Dünya bazen olağan seyrinde dönerken insanlar ona müdahale eder, değiştirir ve yönlendirir. Belki de asıl amaçları insanlığı ideal bir hale getirmektir. Bu müdahalelerin ardında yatan temel motivasyon ise çoğu zaman insanlığı daha ideal bir düzene, daha adil ve eşitlikçi bir topluma kavuşturma arzusudur. Toplumsal hareketler de genellikle bu müdahalelerin bir sonucu olarak toplumların ekonomik ve sosyal açıdan sömürüldüğü, insanların haklarını kaybettikleri ve kaybedecek hiçbir şeylerinin kalmadığı dönemlerde ortaya çıkmaktadır. Özellikle alt sınıfların maruz kaldığı baskı, adaletsizlik ve ekonomik zorluklar bu hareketleri tetikleyen en önemli unsurlar arasındadır.
18. yüzyılda aydınlanma düşüncesi insanlık tarihinin en önemli kırılma noktalarından biri olarak karanlık çağlardan çıkışı simgelemektedir. Bu dönemde insanlık edindiği yeni bilgilerle sorgulama ve eleştiri yeteneği kazanmıştır. Aydınlanmanın bu etkisi sadece düşünsel düzeyde kalmamıştır, aynı zamanda siyasal ve toplumsal devrimlere de zemin hazırlamıştır. Bu dönemde Amerika Bağımsızlık Savaşı’nın yarattığı değişim, Fransa’yı da etkisi altına almıştır. Fransa’da mevcut olan kötü ekonomik koşullar, derinleşen kıtlık ve açlık, ayrıca tarım alanlarında çalışan işçilerin ve köylülerin insanlık dışı iş şartları toplumsal yapıyı daha da kırılgan hale getirmiştir. Bu dönemde, halkın geniş kesimleri adalet ve eşitlik talepleri ile ayağa kalkmıştır. Çiftçiler, işçiler ve kadınlar örgütlenmeye başlayarak toplumsal hareketlerde bir dönüm noktası yaratarak devrimci düşüncelerin yayılmasına öncülük etmiştir. Halkın tepkisi ve örgütlenmesi sonucunda, Fransa’da devrim kaçınılmaz hale gelmiştir. Nihayetinde 1789 yılında patlak veren Fransız Devrimi, hem Fransa’nın geleceğini hem de dünya genelindeki siyasi ve toplumsal dengeleri köklü bir biçimde değiştirmiştiri. Ayrıca, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik ilkelerini tüm dünyaya yayarak, sonraki toplumsal hareketler için bir ilham kaynağı olmuştur.
Tarih 1848’i gösterdiğinde ise toplumsal hareketlerde ikinci dönüm noktası yaşanmıştır. Bu dönemde gerçekleşen devrimler siyasal ve ekonomik talepler etrafında şekillenmiştir. Siyasi alanda oy hakkı, ekonomik alanda ise eşit ücret talepleri ön plandadır. İşçilerin dile getirdiği talepler, aslında hayatta kalma mücadelesinin bir parçasıdır. Sanayileşmenin artmasıyla birlikte işçi sınıfı hızla genişlerken, burjuvazi ile işçiler arasındaki sosyal ve ekonomik uçurum da derinleşmiştir. Karl Marx, bu dönemde işçi sınıfının içinde bulunduğu durumu, “zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri yoktu” diyerek açıklarken, gerçekten de işçi sınıfının kaybedecek bir şeyi kalmamış ve devrim kaçınılmaz hale gelmiştir. 1848 Devrimleri, ilk olarak İtalya’da başlamış ve kısa sürede tüm Avrupa’ya yayılmıştır. Bu dönemde, Karl Marx ve Friedrich Engels’in kaleme aldığı manifestonun ilk cümlesi, o dönemin sosyal ve siyasal atmosferini net bir şekilde yansıtır:
Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor — Komünizm hayaleti. Eski Avrupa’nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek üzere kutsal bir ittifak içine girdiler: Papa ile çar, Metternich ile Guizot, Fransız radikalleri ile Alman polis ajanları.
Devrimler başarısız olup bastırılmış olsa ve Marx’ı bir süre yazmaya küstürse bile işçi hakları adına önemli adımlar atılmıştır. Bu gelişmelerin birçoğu elbette burjuvazinin çıkarlarını korumak adına gerçekleşmiştir. Burjuvazi, işçi sınıfı olmadan sanayinin devam edemeyeceğini ve üretim süreçlerinin durma noktasına gelebileceğini anlamış, bu nedenle işçilerle bir uzlaşma yoluna gitmiştir. Marx da bu durumu “Kapitalizm kendi mezar kazıcılarını içinde barındırır” ifadesiyle açıklamıştır.
1968’e geldiğimizde dünya birçok toplumsal ve ekonomik değişimden geçmiştir. Coğrafi keşifler ve ardından gelen sömürgecilik hareketleri, Avrupa’ya büyük bir refah ve bolluk getirmişti. Sömürgeci güçler, Asya, Afrika ve Amerika kıtalarındaki kaynakları sömürerek büyük zenginlikler elde etmiş, bu da Avrupa’daki yaşam standartlarının yükselmesine katkıda bulunmuştu. 19. yüzyılda kan dökülerek kazanılan oy hakkı, eşit ücret ve sendikalaşma gibi haklar, artık 20. yüzyılda sistem tarafından tarafından verilmeye başlanmıştır. Endüstriyel sistemin yerini post-endüstriyalizmin almasıyla birlikte büyük bir değişim yaşanmıştır. Ağır sanayinin yerini hizmet sektörü ve bilişim sektörü alırken, eğitimli işçiye ihtiyaç duyulmaktadır. Böylece orta sınıf büyür, gelişir ve kaybedecek tonlarca şeyi vardır. Orta sınıfın genişlemesiyle birlikte, toplumsal talepler de değişmiştir. 19. yüzyıldaki temel haklar olan oy verme, eşit ücret ve sendikalaşma taleplerinin yerini, 20. yüzyılda ifade özgürlüğü, kaliteli eğitim, insan onuruna uygun yaşam ve sağlık hizmetlerine erişim gibi daha kapsayıcı talepler almıştır. Toplumsal hareketler artık sadece siyasi ve ekonomik temellerde değil, aynı zamanda kültürel ve sosyal düzlemde de hayat bulmaya başlamıştır.
Bu dönüşümün somut bir örneği, 1968’de Fransa’daki Sorbonne Üniversitesi’nde başlayan öğrenci hareketlerinden biridir. Gençler, mevcut toplumsal düzeni sorguluyor ve daha özgür bir yaşam talep etmekteydiler. Öğrenci hareketleri, hızla Fransa’nın ve Avrupa’nın diğer ülkelerinin gündemine oturdu. Kısa sürede işçilerin de bu hareketlere katılmasıyla birlikte, öğrenci eylemleri geniş çaplı bir toplumsal harekete dönüştü. “Yasaklamak yasaktır” sloganıyla özgürlük, maaş artışı ve yasakların kaldırılmasını talep etmektelerdir. Hareket, sadece öğrenci protestolarıyla sınırlı kalmadı; fabrika grevleri, işgaller ve kitlesel gösterilerle devam etmiştir.. Bu süreçte, işçiler ve öğrenciler birlikte hareket ederek hükümetin istifasını bile talep etmişlerdir. Ancak tüm bu çabalara rağmen, hareketin örgütlü yapısı zamanla dağıtıldı ve siyasi anlamda büyük bir başarı elde edilememiştir.
Her ne kadar kısa vadede siyasi sonuçlar alınamamış olsa da, bu hareketin toplumsal ve kültürel etkileri derin olmuştur. Toplumsal alanlarda önemli değişimler yaşandı, ancak belki de en önemli sonuç, zihniyetteki değişimdir. “Özel olan politiktir” sloganı bu dönemin sembollerinden biri haline gelmiştir. Toplumsal hareketlerin aktörleri genişledi; artık sahnede sadece işçiler yoktur. Kadınlar, siyahiler, engelliler, mülteciler ve diğer marjinalleştirilmiş gruplar da toplumsal hareketlerin öncüsü haline geldi. Bu yeni toplumsal aktörlerle birlikte, haklar politik bir anlam kazandı. Artık insan hakları, bireysel özgürlükler ve kimlik politikaları, toplumsal hareketlerin merkezine yerleşmişti. İnsanlık, bir bütün olarak politik ve ideolojik bir konum kazandı; artık her birey, toplumsal hareketlerde birer aktör haline gelmiştir.
Bu dönemin en kalıcı sonuçlarından biri de, toplumsal hareketlerin temalarının değişmesidir. 1968 hareketleri sonrası dönemde, Feminizm, ekoloji, insan hakları, ırkçılıkla mücadele ve sosyal adalet gibi konular, toplumsal hareketlerin ana teması haline gelmiştir.. Özellikle kadın hareketi, 1968 sonrası yıllarda büyük bir ivme kazanmıştır. Kadınlar, sadece eşit ücret ve oy hakkı talepleriyle sınırlı kalmadılar; bireysel özgürlük, cinsiyet eşitliği, cinsel özgürlük ve şiddete karşı mücadele gibi konular da bu hareketlerin odağına yerleşmiştir. Aynı zamanda, çevre hareketleri de giderek önem kazanmıştır. Endüstriyel büyümenin doğaya verdiği zararlar ve ekolojik dengenin bozulması, çevreci hareketlerin yükselmesine neden olmuştur. Bu hareketler, doğayı koruma, sürdürülebilir kalkınma ve çevre bilincinin yaygınlaştırılması için güçlü bir toplumsal talep oluşturmuştur.
1968 hareketleri, modern toplumların değerlerini değiştiren köklü bir devrim niteliği taşımıştır. Toplumda her kesiminden insanların katılımıyla şekillenen bu hareketler, hem siyasi hem de kültürel açıdan dünya tarihine damga vurmuştur. Bu hareketler, sadece belirli bir dönemin protestoları olarak kalmadı; sonraki yıllarda da toplumsal değişim için önemli bir referans noktası haline gelmiştir. 1968 sonrası dönemde ortaya çıkan her toplumsal hareket, bu devrimci dönemin izlerini taşıdı ve onun mirasını sürdürmektedir.