Sundance Film Festivali’nin Dünya Sineması bölümünde Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan, Tolga Karaçelik’in yazıp yönettiği Kelebekler, babalarının kendilerini çağırmasıyla otuz yıl sonra köylerinde bir araya gelen üç kardeşin hikayesini anlatıyor.
Cemal, Kenan ve Suzan küçükken annelerinin intiharı üzerine köyü terk edip üç farklı yere, dağılmış üç kardeştir. Her biri kendi hayatlarına sıkışıp kalmış, ait olmadıkları yerlerde mücadele veren üç kardeş bir gün babalarının çağrısıyla köye döner. Cenaze ile dağıldıkları ev bu sefer yine bir cenaze ile onları bir araya getirmiştir.
Kimlik Arayışının Dışavurumu: Meslekler
Cemal; uzaya gidemeyen astronot… Filmin açılış sahnesinde en büyük abi Cemal’in canlı yayında uzaya gönderilmedikleri için kendini yakmaya çalışmasını görüyoruz. Cemal, annesinin intiharından sonra köyü terk ettiği gibi ülkeyi terk etmiş ve yetmemiş astronot olup uzaya çıkmak istemektedir. Kendine dünyada bile yer bulamayan abi dünyayı terk etmeye çalışmaktadır.
Suzan; anaokulunda öğretmendir. Başarılı olduğu söylenemez. Çocukların kendisine bağırmasına bile tepkisiz kalır. Kendi çocukluğunda anne baba temsillerinin olmayışı, Suzan’ın çocuklarla arasındaki iletişiminde bir sessizlik duvarı örmüştür.
Kenan; bir televizyon dizisinde dublaj yaparak para kazanmaktadır. Sesi ile var olmaktadır ancak onu bile çoğu zaman değiştirmek durumunda kalır. Bedenini performe edememesi, sesini bile değiştirerek kullanması rol için büründüğü kimliğe bile ait olamayışını çağrıştıryor.
Patlayan Tavuklar, Agnostik İmam, Konuşmayan Muhtar: Hasanlar Köyü
Film, kendi içinde birçok zıtlığı barındıran absürt bir evren yaratmış. Köyün imamı din adamlarının aksine agnostik bir duruş sergiler. Tanrı inancı güçlü değildir, evrendeki yerini sorgular. Cenaze namazını kıldırmaz, yağmur duası yaptırmaz. Filmde işlenen travmatik kayıp temasını imamda da görüyoruz. İmam da adeta tanrısını kaybetmiştir.
‘’Allah lükstür, bizimle uğraşmaya tenezzül etmez!’’
İmam, köylülerin isteklerine cevap verirken kullandığı sözlerde aslında hepimizin evrende bir karınca kadar yer kapladığını ancak insan olarak kendimizi biricik ve değerli hissetmek ihtiyacımıza yönelik narsistik arzularımıza göz kırpıyor.
Köyün muhtarına baktığımızda köy halkın sorunlarına bir çözüm getirmeyen, gelen sorular karşısında sessizliğini koruyan bir pozisyonda görüyoruz. Bu absürt evrendeki bir otorite ve düzen sağlayıcı olması gerekirken tekinsiz bir alanda konumlanıyor.
Filmin bazı noktalarında aniden patlayan tavuklara şahit oluyoruz. Patlayan tavuklar bu kaotik evrenin diğer bir göstereni. Tavukların barut yediği için patladığını öğreniyoruz. Hasanlar köyündeki tavukların bile ne yediklerini bilmeyen bir halde savruluyor, tıpkı üç kardeşin ve köydekilerin ait olmadıkları yerlerde savrulmaları gibi.
Travmatik Yas
Hayata gözlerimizi açtığımız ilk andan itibaren aslında bir kayıpla yüz yüze geliriz. Bir süre içinde var olduğumuz rahim sıcak, güvenli ve düzenli olarak beslendiğimiz bir alandır. Doğumda ise tekinsiz ve tehlikeli bir dünyaya adım atarız. Bu bir kayıp anıdır ve travmatik bir an olarak öne sürülür. Yaşamımız boyunca pek çok kayıpla temas ederiz ve doğumla başlayan bu travmatik deneyimlerimiz tekrar tekrar tezahür edebilir.
Her kayıp bir travma yaratmasa da bir yas sürecini de beraberinde getirir. Yas sürecinin her birey için biricik olmasıyla beraber bu süreçte asıl olan kaybın benlikte yarattığı eksikliğini onarmaktır. Kaybedilen kişi veya nesne gerçek hayatta yok olmaktadır ancak zihinsel ve duygusal dünyamızda onunla olan bağımız devam etmektedir. Bu iki zıtlık çatışmaya sebep olur.
Filmde üç kardeşin annelerinin ani ve travmatik kaybından sonra adeta üç parçaya dağıldığını görüyoruz. Travma; doğası gereği kişinin hayata katılmasını engeller, yeni yaşam deneyimleri kazanmasını ve mevcut durumlara uyum sağlamasını güçleştirir.
Suzan’a baktığımızda bir evlilik yaptığını görüyoruz ancak bu evlilikte eşinin onu görüp duymadığına ve eşinin narsistik özelliklerine şahit oluyoruz. Suzan eşinden ayrılmaya çalışırken bile telefonda sesini duyuramaz. Şahit olduğumuz ilk ilişki çoğunlukla ebeveynlerimizin ilişkisidir ve bu ilişki dinamiklerini içselleştirme eğilimimiz vardır. Suzan da muhtemelen bilinçdışı örüntüsünü tekrarlayarak bir evlilik gerçekleştirmiştir. Üç kardeşin bir arada olduğu sahnelerde dahi Suzan’ın adeta görünmez olduğunu hissediyoruz. Yemek yemeye gittikleri mekanda ise Suzan’ın bir adama sataşıp küfrettiği bir kavga sahnesi izliyoruz. Suzan için bu kavga belki de ‘’ben de varım’’ demektir. Görünür olmak için ettiği küfürleri belki de tanımadığı o adama değil de sesini duyuramadığı abilerine, eşine ve hiçbir şey hatırlamamaktan yakındığı ailesine etmiştir.
‘’Bir kere görseydim, sonra ölseydi… Babam olacaktı benim…’’
Travmatik yasın çözümlenmesi için vedalaşmak gereklidir. Cenaze törenleri, ölünün arkasından yapılan ritüeller vedalaşmayı sağlar. Vedalaşmak iki tarafın da huzurlu bir şekilde yoluna bakacakları bir süreci getirir. Suzan yıllardır ‘yok’ olan babası ile zihnindeki boşlukları doldurmaya çalışırken baba gerçekten yok olmuştur. Babasının ölüsünün yanına gider ve örtüyü kaldıramaz. Belki de yıllardır zihnindeki boşlukları dolduran hayallere veda etmek istememiştir. Ancak yine de tüm o boşlukla bir nebze barışmış gibidir.
Kenan ise kederini öfkeyle dışa vuran bir çocuk gibidir. Film boyunca üstü başı kirli gezer. Dağınık ve annesi tarafından temizlenemeyen küçük bir erkek çocuğu gibi…
‘’Annem intihar etti! Hadi siz de söyleyin!’’
Cemal, araba yolculuğunda bunları söyleyerek travmayı nasıl normalleştirdiğini anlatıyor. Yüksek sesle dile dökünce cümlenin anlam yükü de azalıyor. Üç kardeşin o dönemki kaybı sadece anneleri değil, onları terk eden babaları. Ancak babalarının da onları terk etmiş olduğu gerçeğinin üzeri konuşulmayan bir intihar ile örtülmüş gibi.
Kaybın Birleştirici Gücü
Filmde üç kardeşin birbiriyle ve içinde bulundukları durumla biraz olsun barıştığını gösteren sahnelerden biri Suzan’ın babasının cenazesini gördükten sonra akşam içki alıp eve geldiği ve kardeşlerin masa başında konuşup şarkılar söylediği sahnedir. Travmada iyileşme başkalarıyla bağ kurmanın yolundan geçer…
Babalarının iki vasiyeti vardır: Kelebekler öldüğünde gömülmek ve çocukların kör çoban ile konuşması. Cenaze sırasında imamın sorgulamaya başlamasıyla babalarının naaşı ortada kalmıştır. Kelebeklerin ortaya çıkması ve ölüp etrafa savrulmaya başlamasıyla kardeşler babalarını gömerler. Artık ölümle yüzleşilmiştir ve mezar kelebeklerle örtülmüştür.
Filmin sonunda üç kardeş babalarının vasiyeti üzerine kör çobanla konuşmaya gider. Çoban, babaları hakkında ilk önce güzel sözler söylemeye başlasa da konuşmasının sonunda babalarının ona beş yüz lira borcu olduğunu söyleyerek bitirir. Kardeşler belki de çobandan onları babalarına bağlayacak ve bundan sonraki yaşamlarını anlamlı kılacak bir şeyler söylemelerini beklerken; çobanın, ‘babalarının onlara borcu olduğunu’ söylemesi filmdeki zıtlıkların bize aslında ne kadar gerçekçi bir noktaya işaret ettiğini gösteriyor.