Andrei Rublev, hayatıyla ilgili çok bir bilgiye ulaşılamasa da on dördüncü yüzyılın sonlarında Orta Çağ Rusya’sında doğduğu tahmin edilen resim ve ikonalarıyla ünlü bir ressamdır. Tarkovsky 1966 yılında çektiği bu filminde Orta Çağ’da yaşamış olan Rublev’in sanat, maneviyat, inanç ve ahlak arasındaki bağları felsefi, psikolojik ve sosyolojik yönlerden ele almıştır.
‘’Tanrı rahipleri, şeytan ise soytarıları gönderdi’’
Andrei Rublev; inançlı, zaman zaman varoluşunu sessizliğe gömülerek yaşayan, çaresiz ama bir o kadar da ilham arayışında olan bir karakterdir. Onun doğup büyüdüğü yer manastırdır. Ona öğretilenler hep iyi idealardır. Ancak manastırın dışında zamanın ruhunun yaşantılarından bihaberdir. Rublev ne zaman ki manastırın dışına çıkar o zaman dış dünyanın adaletsizlikleri, baskıları ve zulümleriyle yüz yüze gelir.
Rublev ve iki arkadaşı kendilerini adeta ‘’inanç şövalyeleri’’ olarak görür. Beraber yolculuğa çıktıkları sahnede yağmur yağar ve o sırada soytarıların bulunduğu çadıra sığınırlar. Bu sahne bana göre dünyevi insanlar ile inanç şövalyeleri arasındaki dünya görüşü farkını en net ortaya koyan sahnedir. Rublev ve arkadaşları yağmurdan kaçmaya çalışırken bir soytarı yarı çıplak yağmura çıkarak ıslanır. Yağmur, doğa duysala ilişkin dünyevi olanlardır. Bir taraf dünyevi olandan kaçarken öteki taraf dünyevi olan ile iç içedir. Filmin devamındaki birçok sahnede ‘’ben ve öteki’’ nin üzerinden varlığını oluşturan benlikleri ve dinlerin bu ötekileştirmedeki yerini gösteriyor bize Tarkovsky.
Soytarılar ve inanç şövalyeleri kavramları farklı bir bağlamda efendi- köle ilişkisini de anımsatıyor. Bu iki varoluşun karşılaşması adeta bir savaş olarak lanse ediliyor. Efendinin ölmekten daha az korkmasıyla kısmen daha özgür bir varoluş olması filmde inanç şövalyelerinin köle, soytarıların efendi olduğu bir evren olduğunu düşündürüyor. Soytarılar varoluşun en yalın hali olan hedonist aşamayı sembolize ederken inanç şövalyeleri bir aşkın peşinden giden egzistans varlıklar olarak sembolize ediliyor. Hegel’in karşıtlıklar üzerine kurduğu diyalektik perspektiften baktığımızda da aslında bu iki karşıt varoluşun birbirinden yalıtılmış olması birbiriyle etkileşimsiz olduğu anlamına da gelmiyor. Burada karşıtlıkların oluşturduğu bir etkileşim ve varoluşu görebiliyoruz. Yine Hegel’in kavrayışına baktığımızda materyal dünyanın aslında sabit kalıp değişmediği ancak insan düşüncesinin bu karşıtlıklardan beslenerek ve gelişerek değiştiğini görürüz. Rublev de film boyunca bu karşıtlıklarla karşılaşmamış adeta hemhal olmuştur. Artık bu karşıtlıkların kendisidir Rublev.
“Bugün saygı duyulan, yarın suçlanacaktır. Seni, beni, her şeyi unutacaklar. Her şey kibir, her şey kül. En kötüler şimdiden unutuldu. İnsanlık zaten aptallığa ve alçaklığa teslim edildi ve şimdi her şey sadece kendini tekrar ediyor. Her şey başladığı yere geri döner, kendini tekrar edip durur. Eğer İsa dünyaya dönseydi, onu yeniden çarmıha gererlerdi.”
Theophanes’in bu repliğinde de değişen şeyin evrendeki olgular değil geistin değişimi olduğu vurgulanır. Ancak yaşamın döngüsel oluşuna dair söylemleri de kabul etmeyen Rublev bu düşünce ile de çatışır ve devinimi savunur.
Rublev, bir süre sonra hemhal olduğu karşıtlıkların içinden çıkamayıp sessizlik yemini eder ve sanatı üzerinden konuşmaya başlar. Rublev bütün bu yapılardan sıyrılmadıkça özgürleşemeyecektir. Ancak Rublev yolculuğa çıktığı anda trajik olanla yüzleşmiştir. Adeta bir yıkım ile karşılaşmasına rağmen Rublev’in insanlığı kucaklayan bir umudu olduğunu görürüz. O nedenle bu trajedi Rublev’de yıkımdan ziyade umuda dönüşür. Trajedi onu arındırmış ve katarsis yaşamasına neden olmuştur. Rublev artık varoluştaki özü kavramaya çalışır. Bu nedenle Rublev bana göre tutkulu bir karakterdir. Geçmişten gelen benliğinden, zamanın ruhundan ve onu o yapan demonlarından sıyrılmayı göze alabilmek dönüşümü başlatabilir. Tutku; ötekiyle karşılaşmadır. Tutku; uyumsuzdur. Rublev’in tutkusu onu eyleme geçirmiştir.