Yağmurlu ve fırtınalı bir gecede, gotik edebiyatının en ünlü romanlarından biri olan Frankenstein doğdu. Roman, sadece karanlık temasıyla değil, aynı zamanda etik ve toplumsal bilince dair sorgulamalarıyla da ön plana çıktı. Frankenstein ya da diğer adıyla Modern Prometheus, hâlâ günümüzün en bilinen eserlerinden biridir.
Frankenstein’ı henüz okumadan önce, birkaç film aracılığıyla tanıma fırsatım olmuştu. Vücudundaki dikişler ve boynundaki demir parçalarıyla klasik bir korku filmi kahramanı gibi görünüyordu. Ancak Mary Shelley’nin gerçek canavarıyla karşılaştığımda, onun sadece bir canavardan ibaret olmadığını anladım. O, toplumumuzdaki “öteki,” ailesi tarafından yeterli görülmeyen bir çocuk, insani dürtülerimizin bir sonucu ve içimizdeki canavardı.
Lanet olası yaratıcım! Kendinin bile tiksintiyle sırtını döneceğin böylesine korkunç bir canavarı ne diye yarattın? Tanrı merhametiyle, insanı kendi suretinde, hoş ve güzel yaratmış. Oysa benim görünüşüm senin en berbat halin, hatta ondan da beter. Şeytan’ın bile onu beğenip teşvik edecek yoldaşları, akranları vardı. Bense yapayalnız ve hor görülen biriyim.
Frankenstein’ın Doğuşu
Mary Shelley, Lord Byron ve dönemin tanınmış yazarları, o yaz Cenevre Gölü’nde tatil yaparken bir gece korku hikayeleri yazmaya karar verirler. Gece boyunca hikayeler üzerine konuşurlar ve Shelley, o sırada rüyasında bir bilim insanının ölü dokulara can verdiğini görür. Ertesi gün heyecanla Frankenstein’ın kurgusunu arkadaşlarına anlatır.
Eşinin ve arkadaşlarının desteğiyle Shelley, Frankenstein’ı yazar. Ancak dönemin cinsiyet kalıpları nedeniyle roman, 1818’de isimsiz bir şekilde yayımlanır. Tarih 1823’e geldiğinde ise kitabın üstünde artık kendi adı da yer almaya başlar.
Prometheus ve Victor Frankenstein
Prometheus, Yunan mitolojisinde tanrılardan ateşi çalan ve insanlara getiren kişidir. Bu nedenle Zeus tarafından sonsuz bir cezaya mahkum edilir. Modern dünyada bu mit, insanın sınırsız bilgi arayışıyla geri dönülemez felaketlere yol açmasını simgeler. Mary Shelley, bu efsaneyi 19. yüzyıldaki bilimsel gelişmeler ışığında yeniden yorumlar.
Doktor Victor Frankenstein, tıpkı Prometheus gibi bilginin ve yaratma gücünün peşindedir. Ancak onun, bilimsel bilgiyle doğaya hükmetme ve ondan üstün olma arzusu, hem kendisi hem de çevresi için trajik sonuçlar doğurur. Yaratıcısı tarafından terk edilen canavar ise Prometheus’un insanlığa getirdiği felaketin farklı ve daha kişisel bir yüzünü temsil eder. Shelley’nin eseri, bu mit aracılığıyla insanın bilgiye ve güce olan bitmek bilmeyen açlığının hem bireysel hem de toplumsal bedellerini sorgular.
Lanet olası, lanet olası yaratıcı! Niçin yaşıyordum? Niçin öylesine düşüncesizce verdiğin varlık kıvılcımını o anda söndüremedim?
İnsan ve Doğanın Savaşı
Mary Shelley, Frankenstein eserinde, insanın doğa üzerindeki hâkimiyet kurma arzusunu ve bu arzunun kaçınılmaz sonuçlarını gözler önüne serer. Doktor Victor Frankenstein, bilimsel bilginin sınırlarını zorlayarak doğayı kontrol altına almak ve yaratıcı bir güce sahip olmak ister. Bu çaba, insanın ölümsüzlük arayışını ve Tanrı’ya öykünme isteğini temsil eder.
Frankenstein’ın deneyleri, insanın bilgiye duyduğu bitmek bilmeyen açlığın ne denli tehlikeli olabileceğini gösterir. Shelley, insan doğasının sınırlarını aşma çabasının sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal düzeyde de felaketle sonuçlanabileceğini vurgular. Bu bağlamda, Frankenstein, insanın doğaya karşı giriştiği savaşı bir trajedi olarak ele alır ve güç arayışının bedellerini sorgular.
Ey Yaratan, ben mi istedim çamurumdan beni, insanı yoğur diye, ben mi yakardım sana karanlıktan beni çıkart diye?
Tanrın Tarafından Terk Edilmek
Kitabı yıllar önce okumuş olmama rağmen doktorun tüm arzusu ve tutkusuyla yarattığı canavarı canlandırdıktan sonra, onunla aslında ilk kez karşılaştığı sahneyi hala hatırlıyorum. Tüm ümitleri ve hayalleri karşısında kanlı canlı duruyordur ancak tam da o an ne yarattığının farkına varır. O insan değildi, herkesten çok farklıydı, çirkin ve devasaydı. Çözümü ise ondan kaçmakta bulur.
Doktor Frankenstein’ın yarattığı canavarı terk etmesi, varoluşsal trajedisini şekillendiren en önemli olaydır. Canavar kendisini yaratan kişi tarafından reddedilmekle yalnızlığa ve anlam arayışına sürüklenir. Başlangıçta masumiyet doludur sevilmek ve varlığını anlamlandırmak ister. Ancak yaratıcısının sevgisizliği ve toplumun acımasızlığı onun öfke ve nefret dolu bir varlığa dönüşmesine neden olur.
Modern insanın hayatı da aynı canavar gibi anlam arayışıyla geçer. Kimi zaman Tanrı’ya yakın hisseder, kimi zaman ise ondan uzaklaştığını düşünür. Ancak her iki durumda da insan, anlamlı bir yaşam için çabalar. Doktor Frankenstein ise insan olmanın getirdiği kibirle doğaya meydan okur; her şeyi yapabileceğine, hatta ölümü alt edebileceğine inanır. Doğayla girdiği savaş onu en sonunda yalnızlıkla yüzleştirir. Bu meydan okumanın bedeli varoluşsal bir yalnızlıkla sonuçlanır.