John Berger Londra’da doğan sanat eleştirmeni, yazar ve ressamdır. Jean Mohr ise ekonomi eğitimi almış olmasına rağmen fotoğrafa olan ilgisini yirmi altı fotoğraf kitabıyla tescil etmiştir. Bu kitaplardan beşini sevgili arkadaşı John Berger’in kalemiyle anlamlanmıştır (Metis Yayınları). Yedinci Adam alt başlığıyla, Avrupa’da Bir Göçmen İşçinin Hikayesi de bu birlikteliğin sonucunda ortaya çıkan eşsiz kitaplardan biridir.
Bu kitap 1973 ve 1974 yılının ilk döneminde yazılırken, neoliberalizm çoktan küresel ekonomik düzenin hakimi olmuştur. Ülkeler arası ekonomik fark ve kapitalist sistemin yarattığı eşitsizlikler derinleşmiştir. Wallerstein’ın modern dünyayı açıklamak için geliştirdiği merkez-çevre yapısı, dönemin ruhunu anlamamız için önemli bir çerçeve sunmaktadır. Dünya sistemi teorisine göre, ucuz emeğe sahip çevre ülkeler, merkez ülkelerin ihtiyaç duyduğu hammaddeleri sağlayacaktır (Aktopak, 2004; 38). Bu düzen içinde Batı merkez olarak görülürken, diğer kara parçaları çevre olarak konumlandırılmıştır. Böylece gelişmiş ve azgelişmiş ayrımı ortaya çıkar. Kübalılar ise bu anlambilimsel tartışmaya “azgeliştirmek” diye bir fiilin olması gerektiğini söyleyerek katkıda bulunmuştur (Berger, 2021; 27). Azgelişmiş ülkelerin kaynaklarının sömürülmesi ve zengin ülkelerin bu kaynakları kontrol ederek ekonomik üstünlüklerini pekiştirmesi, ekonomik adaletsizliklerin sürdürebilirlik kazanmasını sağlamıştır. Bu durum yoksul ülkelerin kalkınma fırsatlarını kaybetmesine, zengin ülkelerin ise daha da zengin olmasını sağlamıştır. Göç olgusu da bu dinamiklerin toplumsal yansıması olarak ortaya çıkarken, insanları daha iyi bir yaşam umuduyla göç etmeye zorlar.
Göçler Nasıl Başladı?
Tarih boyunca insanlar daha iyi yaşam koşulları, güvenlik ve ekonomik fırsat arayışıyla ülkelerinin merkezlerine ya da farklı ülkelere gitme eğilimindedir. Kapitalist dönemle birlikte ekonomik temelli göçler, küresel düzenin şekillendirdiği, bireysel bir süreç haline gelmiştir.
“Tekelci sermaye, bir yandan bütün sınıfları ve ulusları çeşitli biçimlerde sömürürken, bir yandan da bu toplumlar arasındaki ayrımları sürdürmek ve artırmak için her çabayı gösterir.” (Berger, 2021;41)
John Berger, göç olgusunu özellikle modern ekonomik sistemin tarihsel ve sistematik bir parçası olarak ele alır. Göçler kapitalist ekonominin ihtiyaç duyduğu ucuz iş gücünü sağlamak için sistematik bir düzenle şekillendirilmiştir. Tesadüfi değil kapitalist sistemin yarattığı küresel ekonomik eşitsizliklerin bir sonucudur. Azgelişmiş ülkelerin insan gücü, gelişmiş ülkelerin sanayilerinin gece ve gündüz çalışmasını sağlamak için sürdürülebilir bir emek kaynağına dönüştürülmüştür. Bu kaynak zamanla Avrupa üretiminin vazgeçemeyeceği bir noktaya dönüşmüştür.
Yedinci Adam’da göçmen emeğinin Avrupa ekonomisinin vazgeçilmez bir olgusu olduğu, ancak bu emeğin insani yönünün tamamen yok sayıldığı çarpıcı bir şekilde ele alınır. Azgelişmiş ülkelerden gelen göçmen iş gücü, Avrupa üretim sistemi için başlangıçta geçici bir çözüm olarak görülse de zamanla sistemin vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Göçmen işçiler düşük ücretler karşılığında ağır işlerde çalışarak Avrupa’nın sanayi sistemini ve yapı işlerini ayakta tutmuşlardır. Sağlığa zararlı, zorlu koşullarda ve kimsenin yapmak istemediği işleri, kazanç sağlayıp bir an önce evlerine dönmek için durmaksızın yapmışlardır. Göçmen işçiler, üretimin devamlılığı için temel bir yapı taşı haline gelirken aynı zamanda ekonomik sistemin göz ardı edilen ve değersizleştirilen aktörleri olmuştur.
Hazırlık
Köy, topraklarında yaşamasına izin verdiği insanlara artık kuraklığı, acıyı ve açlığı vadediyordur. Kapitalizmin yoksulluk olarak adlandırdığı bu durum şehirde belirli girişimlerle düzeltilebilecekken, köy yaşamında toprağın verimli ya da verimsiz olmasının ihtimaline sıkışmıştır. Bu sıkışık içinde, birey doğduğu, aşık olduğu ve hiç düşmeyecekmiş gibi koştuğu topraklarından gitmek dışında başka çaresi kalmamıştır. O da ondan öncekilerin ve ondan sonrakilerin yapacağı gibi para kazanabileceği zengin ülkelere gidecektir.
Yola çıkmak, yola çıkmayı düşünmek; Farklı bir ülkeye gitmek, orada başına neler gelebileceğini düşünmeden duramaz. Zorlu bir yol onu bekliyordur ama önce geçmesi gereken bir sağlık testi vardır. Ne de olsa Avrupa hiçbir şeyin çürüğünü tüketmemeli.
“Seçilme şansını yanındakine bakarak kestirmeye çalışıyor herkes… Tanımadığı insanların önünde çırılçıplak soyunmasını istemelerinin yarattığı utanç. Komut veren görevlilerin konuştukları anlaşılmaz dil. Testlerin anlamı. Vücutlarına keçe uçlu kalemle yazılan sayılar… Kendisi gibi bir sürü insanın sessizliği. Çoğunun yüzünde, dinginlik içindeki ya da dua eden kimselerinkine benzemeyen o içe dönük bakış. Bütün bu olup bitenler ona olağan geliyorsa, bunun nedeni bu önemli yaşantıyı orada bulunan herkesin paylaşmasıdır.” (Berger, 2021;58)
Doktorlar böylece ülkelerindeki en güçlü, kuvvetli ve sağlıklı insanları; İş bulma kurumu ise aralarındaki en yetenekli ve zekileri seçer. Sağlık ve yetenek testleri bittiğinde, koridorlarda volta atan kimseleri Berger çocuğunun doğumunu bekleyen babaya benzetir. Bu durumda işçi yeni hayatının doğumunu bekliyordu. Bu benzetme isabetli olsa bile göğüslerinde keçe uçlu kalemlerle yazılan sayılar hala duruyorken, bu kimseler kurban edilmek için bekleyen kuzulara daha çok benziyordur. Yeni hayatlarının kurbanı olacaklardır.
Sınırı Geçmek
Eugen Weber yazısına “Çekip gitmek, biraz da ölmektir” alıntısıyla başlarken, göçün yalnızca fiziksel bir yer değişikliğini içermediğini anlatmaktadır. Göç Bireyin geçmişinden, alışkanlıklarından ve toplumsal bağlarından kopuş anlatır. Böylece göç olgusu, insan ruhunda bir karmaşa ve kayıp yaratır. Bu karmaşa ve kayıp hali göçmenin kimliğinin ve aidiyetlerinin değişimiyle sonuçlanmaktadır. Evden çıkmadan önce yanına bir yıl boyunca bakacağı o fotoğrafı alan göçmen işçi, geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmak üzeredir.
“Birbirlerine bakınca, kendilerini karşılayan yabancıların yanında ne kadar perişan ve kaba göründüklerini fark ediyorlar. Aynı zamanda, başardıkları işin önemini anlıyorlar. Artık sınırı geçmişlerdi.” (Berger, 2021;72)
Daha iyi bir hayat uğruna yapılan yolculuk bilinmezliklerle doludur ama zihinlerindeki birçok soruya trenden iner inmez yanıt bulmuşlardır. Onlardan farklılardır. Konuştukları dili bilmiyorlar, farklı görünüyor ve duruyorlardır. Ancak artık geride bıraktıkları tanıdık insanlardan da farklıdırlar. Onların başaramadığı şeyi başarmışlardır, sınırı geçmişlerdir. Ailelerine para gönderebilecek ve geriye döndüklerinde kendi hayatlarını istedikleri gibi kurabileceklerdir. Bu yeni ülkeye grup halinde gelen göçmenler için durum daha kolaydır. Kendilerini kurnaz görüyorlar ve ülkenin tüm zenginlikleriyle eve dönme hayalini kuruyorlardı. Yalnız gelenler ise dizi dizi evler ve kilometrelerce kaldırımların arasında tek başınalardır, tutunacakları tek şey hayalini kurdukları hayattır.
İş Başı
Göçmen işçi, yeni ülkesinde birçok yenilikle karşılaşır. Eskiden tarlasından hasat ederek ulaştığı domates artık market raflarını süslüyor, hasat edilen ürünü tarladan eve getirmek için kullanılan kasalar küçülüp sepet haline gelmiştir. Göçmen paketlerin üzerinde yazanları okuyamasa bile kendisine tanıdık gözüken ekmek gibi yiyecekleri küçük sepetine atar ve insanları izler. Onlar alışverişlerini bitirdiğinde kasada ödemelerini yaptığını görür ve taklit ederek alışveriş yapmayı öğrenir. Göçmen işçinin taklit yeteneği zaman içinde hızla gelişir çünkü çalıştığı fabrikadaki dil engeli yüzünden işi bakarak ve ondan önce gelen işçileri taklit ederek yapmaya çalışır. Genelde iş bir veya iki gün içinde öğrenilen, sürekli tekrara dayanan niteliktedir. Ancak işin kolay olduğu söylenemez.
Kapitalist sistem, geçmişte işçilerin insanlık dışı şartlarda çalışmasına göz yummuş ve 1973’lü yıllarda da geçmişte yaşananların rastlantısala olarak gerçekleştiğini öne sürmüştür. Bu nedenle çalışma koşullarını yenilemiş ve işçilerin refahına yönelik çalışmalar yaparak bir daha yaşanmaması için önlem almıştır. En azından söylentiler bu yöndedir. Göçmen işçilerin gerçeği ise bundan oldukça farklıdır. En ağır ve zorlu işleri, en düşük ücretlerle yaparlar. Ne zaman uyanacağı ve ne zaman yiyeceği bellidir. Çalışma saatleri uzun, işlerini bitirdiklerinde ise küçücük odalarda birden fazla kişiyle kalırlar. Özgür oldukları tek yer genişliği 40 santim olan yataklardır.
“Gösterilen bu işi yerine getirdiği sürece kendisine ücreti ödenir ve kalabilecek yer verilir. O işi yapmasına gerek kalmadığı anda, geldiği yere geri gönderilir. Böyle göç edip gelenler insan değil, makina gözcüleri, süpürücüler, kazıcılar, harç karıcılar, siliciler, deliciler, vb.’lerdir. Geçici göçün anlamı budur işte. Bir göçmen işçinin yeniden insan olabilmesi için yurduna dönmesi gerekir. Ona hiçbir gelecek vadetmediği için terk etmek zorunda kaldığı yurduna.” (Berger, 2021;64)
Göçmen işçiler, yalnızca sistemin ihtiyaç duyduğu sürece varlardır. Bu dönemde de bir insan olarak değil sistemin devamlılığını sağlayan bir makine olarak görülür. Yeniden insan olabilmek için doğduğu yere geri dönmek zorundadır. Oysa doğduğu yerleri zaten daha iyi bir yaşam için terk etmişlerdi. Tekrardan evlat, arkadaş, baba, erkek ya da koca gibi sıfatlara sahip olabilmek için dönmekten başka çareleri yoktur.
İşçi Hareketleri Nerede?
Göçmen İşçilerin yaşadığı sorunlar hem işverenler hem de ülkenin kendi işçileri tarafından açıkça biliniyordu. Peki neden kimse onlara yardım etmedi?
“Paralarımızı alıyorlar, işlerimizi alıyorlar, evlerimizi alıyorlar- ellerinden gelse, bırakacak olsak, her şeyimizi alacaklar.” (Berger, 2021; 120)
Göçmen işçiler aynı sınıfı paylaştığı işçiler tarafından da anlaşılmamıştır. Göçmenlerin para odaklı bir hayat yaşayıp onların hayatlarını çaldığını düşünüyorlardı. Aslında bu noktada haksız değildirler çünkü işverenin istediğinden daha fazla işçi artık şehirdedir ve kendi işçisine ihtiyacı yoktur. Yöneticiler için bu dönemde ideal işçiler göçmenler olur. Onların yerine daha uzun saatler ve daha düşük ücretle çalışmayı kabul edecek göçmen grupları vardır. Ayrıca hukuki haklarından haberdar değildir ve bir önder olarak ortaya çıkacak olası bir işçi kolayca kendi ülkesine gönderilebilir. Her ne kadar asıl suçlu belli olsa bile, göçmenler somut bir hedef olarak işçi sınıfıyla karşı karşıya gelmiştir.
Bu dönemde yerli işçi göçmen işçiyi kendinden daha aşağı bir yerde konumlandırır. “Tanınmayacak kadar başka bir yaratıktır göçmen işçi onun gözünde” (Berger, 2021; 146). Göçmen işçileri tanımak istemezler onlar için birey değil işlerini çalan bir gruptur. Georg Simmel’de Frankfurt’ta bulunan Yahudilerin tek bir tip vergi verdiğinden çünkü toplumun gözünde, Yahudilerin tek özelliğinin Yahudi olmaktan ibaret olduğunu söyler. Yani yabancı kendi grubu içinden çıkıp farklılaşamaz, tek bir tip yabancı algısı mevcuttur (Simmel, 2017; 33). Yerli işçi, göçmen işçinin ondan doğal olarak daha az eşit olduğunu düşünür ve bu düşünce sayesinde kendi toplumsal konumundan aldığı tatmin artmaktadır. Zamanla göçmen işçiler sendikalaşsa bile, sendikanın kendi çıkarı için mücadele edeceğinden şüphelidir. Sendika mensubu yerli işçiler, göçmenlerin daha iyi şartlarda çalışmasını ister ama bunun kendi ülkelerinde sağlanması gerektiğini de eklerler. Yani göçmen işçinin kendisi için savaşacağı başka işçi grubu ya da devleti bulunamaz. Kazanabileceği para göçmen işçilerin, bu şartlara katlanmasını sağlayan tek geçerli sebeptir.
Eve Dönüş
Yaptıkları büyük fedakarlık sonucunda nihayet eve dönüş vakti gelmiştir. Dönüş trenine binmesiyle “…daha önce elinden alınmış olan her şey, bağımsızlığı , erkekliği evinin adresi, sesi, sevme itkisi, yaşlanma hakkı kendisine geri verilmiştir” (Berger, 2021; 215). Artık insanlığına kavuşabilecektir. Ekonomik nedenlerle kendisinden alınan her şeyi geri almıştır.
“Köy hiç değişmese de, o artık köyü hiçbir zaman eskiden gördüğü gibi göremeyecektir. Ona nasıl başka gözle bakılıyorsa, o da gördüklerini başka bir gözle görmektedir.” (Berger, 2021; 226).
Sosyolog Alfred Schutz bunu nilüfer çiçeğinin tadına bakmak olarak anlamlandırmıştır (2017; 65). Bu ifadeye göre bir kez evden giden kişi yabancılık hissini tadacaktır. Gitmek değişmeyi ve kalanların da değişeceğini kabullenmek demektir. Gitmek biraz da, ölmektir.
Göçmen işçi kendi ülkesine, şehrine adım attığında ona benzeyen yüzlerle çevrelenmiş, konuşulan her bir kelimeyi anlıyordur. Ancak onu eskiden tanıyanlar için de bazı şeyler değişmiştir. Evinden uzaklaşma cesareti göstermeyenler, onun kahramanlığı karşısında küçülmüşlerdir. O da kendi yüzüne baktığında karşısında duranlardan daha üstün olduğunu hissediyordur. Kimsenin gitmediği kadar uzaklara gitmiş ve kimsenin kazanmadığı kadar para kazanmıştır. Üstündeki ceketi bile onun büyük bir şehirden geldiğini kanıtlar niteliğinde diğerlerinden farklıdır. Köyünde büyük bir saygınlık kazanır. Onların bilmediği şeylerin yorumcusu ve yayıcısıdır.
Şehirde öğrendiği işleri burada devam ettiremez çünkü kapitalist üretim biçimi buraya hala ulaşmamıştır. Eski işlerine de geri dönemez. Döndüğü anda ekonomik durgunluk onu köyden uzaklaştırmaya çalışır. Temelli dönüşünün ardından geçen iki üç yıl sonra ya yine kendisi ya da ailesinden biri yurtdışında çalışmak zorunda kalacaktır. Bu göç hikayesi, nesilden nesile kendini sürekli olarak hatırlatacaktır. O zamana kadar köyde anlatacak birçok hikayesi vardır.
Kaynaklar
Aktoprak, E. (2004). Immanuel Wallerstein: Sosyal Bilimlere Yeniden Bakmak. Uluslararası İlişkiler Dergisi 1(4), 23-58.
Berger, J ve Mohr, J. (2021). Yedinci Adam: Avrupa’da Bir Göçmen İşçinin Hikayesi.
Schutz, A. Ve Simmel G. (2017). Yabancı, 27-34/ 53-68.
Weber, E. (2017). Köylülerden Fransızlara. Heretik Yayınları, 375-390.