Joker’in makus talihi serinin ikinci filminde de yönetmen koltuğunda oturan Todd Phillips’in kaderine dönüşmüş görünüyor. Delilik ve kararsızlık arasında gidip gelen Joker’in varlık savaşının bir benzerini filmin benliğinde de görmek mümkün. Beyazperde karardığında akıllarda tek bir soru kalıyor: bu bir devam filmi mi, müzikal mi?
Yönetmen Todd Phillips’in ellerinden çıkan ilk Joker filmi düşük bütçesine rağmen gişede büyük rekorlara imza atmış ve 11 dalda Oscar’a aday olmuştu. Heath Ledger efsanesine rağmen Joaquin Phoenix, Joker karakterinin altından başarılı bir performansla kalkmayı başarınca en iyi erkek oyuncu ödülüne hak kazandı ve böylece ilk film eleştirmenlerden tam not aldı. Christopner Nolan’ın yıllar sonra baştan yarattığı Batman serisi DC’nin Marvel evreni karşısındaki ilk büyük atağı olarak epey ses getirmişti. Tim Burton imzalı Batman filmlerinin gotik havası yavaş yavaş yerini Nolan’ın dramatik sinematografisine ve Hans Zimmer’in notalarına bırakmıştı. Batman severlerin uzun zamandır beklediği bir hikaye olan Joker, yönetmen Todd Phillips’le de benzer bir çıkış başarısı yakaladı diyebiliriz. Ancak bu başarılı çıkış serinin ikinci filmiyle beklenenden daha erken son bulmuş oldu. Filmin Venedik Film Festivali’ndeki prömiyerinin -her ne kadar ayakta alkışlansa bile- ardından gelen eleştirileri bu erken sonun ilk sinyalleri olarak okumak mümkün. Filme dair olumlu olabilecek tek şey, bugüne dek delilik üzerine inşa edilen filmlerden farklı olarak deliliğe dair bir saptama getirmek yerine bir sergilemeye gitmiş olması. Bu bakımdan Joker karakteri psikanalitik analize son derece açık.
Giriş: Joker Hapishanede
İlk filmde işlediği suçlardan dolayı tutuklanan Arthur Fleck (Joker), kendisini tehlikeli suçluların ve akıl hastalarının kaldığı Arkham Asylum’da bulur. Burada günlerini diğer mahkumlara ve gardiyanlara şakalar yaparak ve duruşma gününü bekleyerek geçirmektedir. Arthur’un avukatlığını üstlenen Maryanne Stewart ise müvekkilinin psikolojik rahatsızlığı olduğunu kanıtlayarak muhtemel bir idam kararını tersine çevirmenin peşindedir. Arthur, vukuatsız geçen günlerinin bir ödülü olarak mahkumlar için düzenlenen bir müzik terapisi seansına katılma şansı yakalar ve burada Lee Quinzel (Harley Queen) ile tanışır. Müziğin eğlenceli daveti Arthur’u aşk, delilik ve ölüm üçgeni arasında geçen bir yolculuğa çıkaracaktır.
Joker: Deliliğin Alametifarikası
Deliliğin tanımı üzerine birçok saptama yapılabilir ancak hiçbiri deliliğin ne olduğu sorusuna yeterli bir cevap sunmaz. Delilik, normalliğin karşıtı mıdır? Eğer öyleyse, normallik nedir? Bu çıkmazdan kurtulmanın tek yolu deliliği tanımlamaktan çok, nasıl sergilendiğine yönelmekten geçiyor. Darian Leader, Delilik Nedir adlı eserinde delilik tanısının kişinin sergilediği davranışların dışarıdan tasnifi yoluyla değil de kişinin olup bitenler hakkında neler söylediği ve kendini yerleştirdiği konum üzerinden mümkün olduğunu söyler. Yani psikotik öznenin yaşanmışlık anlatımını analiz ederek, ardındaki mantığı açığa çıkarmaya işaret eder. Çünkü Darian Leader’a göre delilik ile normallik arasında karşıtlıktan ziyade iç içelik söz konusudur.
Darian Leader bu durumu açıklamak için örneklemeye başvurur. Katoliklik inancıyla yetiştirilmiş bir genç bir sabah kilisede Bakire Meryem’i gördüğünü iddia edebilir. Bu söylem tanıya dair tek başına bir şey ifade etmez. Hakiki bir halüsinasyonun söz konuluğu, Bakire Meryem’i görme anlatısının ardındaki mantığı çözmekle mümkündür. Bakire Meryem’i gördüğünü iddia eden kişi bunu ilahi bir işaret olarak mı yorumluyor, yoksa gördüğünü düşündüğü şeyi anlamlandırmaya mı çalışıyor? Bu ayrımı fark ettiğimizde delilik artık dışsal belirtilere indirgenebilir olmaktan çıkmaktadır.
Joker’de de aynı durum söz konusudur. Joker, ilk filmde anarşizm anlatısı üzerine inşa edilen ve toplumsal bir meseleyi de sahne önüne koyarken ikinci filmde daha çok bireyin delilikle normallik arasındaki mücadelesine atıfta bulunur. Arthur Fleck karakteri bazen normal bazen de akıl dışı davranışlar sergileyen bir ruh haliyle sahnelenmiştir. Filmde de kendisinden beklenen tam olarak budur: delilik halinin korkutucu cazibesiyle herkesin dikkatini çekmeyi başaran Joker mi olacak, yoksa annesinin bile kendisinden kurtulmak istediği zavallı ve aptal bir akıl hastası mı? Filmin bir yerinde, aslında bir kişi fazla öldürdüğünü itiraf etmesi -annesini de öldürmüş olması- bu soruya verilmiş en net cevap olarak karşımıza çıkmakta.
Tüm bu bocalamanın arasında yalnızca Joker olduğu sürece ilgi çektiğini fark eden Arthur’un aşk ve cinsellik ile tanışması da bu şekildemümkün olacaktır. Müzik terapisi seanslarında tanıştığı Lee Quinzel’in kendisine yönelik ilgisi karşısında id ve süperego arasındaki savaşı kaybederek vahşi arzularının esiri olmayı seçer. Avukatının tüm ısrarına rağmen mahkemede kendi kendisini savunmaya kalkacak olmasının altında yatan gerçek id’in süperego karşısında galip gelmiş olmasıdır. Duruşma salonundaki tanıklardan biride Arthur’un palyaçoluk yaptığı dönemdeki iş arkadaşı Gary Puddles’tır. Gary, Arthur’a dair her şeyi olduğu gibi anlatırken bir gerçeği de ifade eder: “Arthur, cüce olduğum halde bana iyi davranan tek kişiydi.” Tam bu sırada Joker devreye girer ve Gary’nin kendisine dair güzel şeyler söylemesini bastırmak ister. Bu sahnedeki anlatı id’in galibiyetinin nihai noktasından başka bir şey değildir.
Ancak bu zafer büyük bir patlama ile son bulacaktır. Önce kendi kontrolünü kaybeden Arthur, duruşmadaki kontrolünü de kaybetmeye başlayınca panikler ve Lee Quinzel’e hayal kırıklığı yaşatır. Lee, Arkham Asylum’da kendi isteği ile bulunan ve klinik psikoloji eğitimi gereği suçlular üzerinde araştırma yürüten biridir. Ancak Arthur bu gerçeği çok sonra öğrenecektir. Arthur’u yıkan da, belki de bu gerçeğin yol açtığı bir yüzleşmedir: id’in sahte galibiyeti.
Joker, kontrolü kaybedip Arthur’laşmaya başladığı anlarda duruşma salonunda büyük bir patlama olur. Patlama sonrasında birçok yaralı ve ölü vardır, Arthur bir şekilde dışarıya çıkmayı başarır. Tam kontrolü kaybettiği sırada dışarıda bir sürü taklit Joker olduğunu fark eder. Taklitlerden bazıları Arthur’un kaçışına yardım ederler. Arthur, Joker’in şöhretinin ulaştığı boyutu anlamlandırmaya çalışırken bir yandan da sahte zaferinin rahatsızlığı sebebiyle Lee ile yüzleşmek ister. İlk filmin sonuna döner: merdivenler sekansına. Lee Quinzel merdivenlerde kendisini beklemektedir ve duyması gerekenleri söyler. Arthur’un sonu Joker’in sonu ile mümkündür. Ancak filmin sonu bize pek fazla bir şey söylemiyor. İlk filmdeki anarşizm üzerinden kurulan başarılı anlatı, ikinci filmde delilik üzerinden aynı şekilde sunulmamış. Senaryo ve diyaloglardaki kopukluğun ana sebebi olarak müzikal geçişlerindeki zayıflık gösterilebilir.
Müzik Terapisinden Müzikal İşkencesine
Filme yönelik eleştirilerin başında müzikali andıran sahneler gelmekte. Bu eleştirilerin haksız olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü ilk filmdeki dramatik anlatımın büyüsü ikinci filmde tamamen ortadan kalkmış ve bir devam filminde olması gereken unsurlardan noksan bir müzikale dönüşmüş. Dahası, bir müzikalde olması gerekenleri de eksiksiz barındırdığını söylemek bir hayli zor. Duruşma salonu sahnesindeki gerçekçi patlama anı müzikallerde göremeyeceğiniz türden bir örnek. İlk filmdeki büyük gişe başarısının ardından yapımcıların yönetmen Todd Phillips’i epey özgür bıraktıklarını anlaşılıyor. Çünkü film boyunca müzikal anlatının ve müzikal dışılığın bir çatışma halinde olduğu bir hayli unsur mevcut. Yönetmenin bu çatışmayı kasti olarak yarattığı ve bir şeyler denemek istediği aşikar. Lady Gaga’nın performansı çoğunluğun takdirini toplamış olsa da canlandırdığı Lee Quinzel (Harley Queen) karakteri tıpkı Joker gibi bir gel-git problemi yaşıyor ve hikayedeki yeri ve önemi tam olarak anlaşılamıyor. Seyircinin hep daha fazlasını beklediği anlarda dramatik anlatının yerini müzikal anlatıya bırakması bir kopuşa yol açıyor. Bu yönüyle Lady Gaga’nın filmdeki varlığı Joker’in delilik haliyle güçlü bir bağ kurmamızı engelliyor olabilir.
Sonuç: Yönetmenin Deliliği
İlk filmdeki büyük başarı haliyle herkesi şaşırtmıştı. Todd Phillips’in yıllar sonra Joker’i bir seriye dönüştürmeye kalkışması doğal olarak filmin ilgililerini heyecanlandırdı. Bana kalırsa Heath Ledger’ın olmadığı bir Joker filmi çekmek en başta oldukça riskli bir işti. Bu yüzden ilk filmdeki başarı Joaquin Phoenix’ten çok Todd Phillips’e ait olmalı. Ancak ikinci filmdeki başarısızlık da bir o kadar yönetmene ait gözüküyor. Acaba Todd Phillips, Tim Burton’ın bıraktığı yerden Batman’i alıp bambaşka bir yere götüren Nolan’ın yaptığını Joker’de mi yapmak istedi, bilebilmek mümkün değil. Ancak bir şeyler denemek ve yeni bir anlatı yaratmakta bu kadar ısrarcı olmak her yönetmenin başarabileceği bir iş gibi durmuyor. Özellikle de Joker gibi ağır bir arka planı olan bir kahraman filmi için.Bana kalırsa filmde Joker’den daha deli biri varsa bu kişi iki buçuk saatlik süreyi çok kötü kullanan yönetmenden başkası olamaz.