65. Cannes Film Festivali’nin açılış filmi olan Moonrise Kingdom (Yükselen Ay Krallığı), yönetmen Wes Anderson’un senaryosunu Roman Coppola ile birlikte yazdığı ve yetişkinler için çocukların dünyası üzerinden bir şeyler söylemeye çalıştığı masalsı bir anlatı olarak karşımıza çıkıyor. 

Filmde çocukluktan ergenliğe olan sancılı geçiş süreci bir heterotopya yaratılarak anlatılıyor. Yönetmen Wes Anderson, kendine özgü anlatım tarzından sapmadan ideolojik aktarımlara başvurarak cinselliğin keşfi ve benliğin inşası gibi süreçleri çocuk karakterler üzerinden cesur bir şekilde ele alıyor. Ancak belirtmekte fayda var, gösterime girmesiyle birlikte tartışmaları da beraberinde getiren film aynı zamanda rahatsız edici bulunan sahnelere de sahip. Tüm bunlar yetmezmiş gibi yönetmen Wes Anderson, filmin başrolleri için daha önce oyunculuk deneyimi olmayan iki çocuk oyuncu tercih ederek büyük bir risk almış. Oyuncu kadrosunda Bruce Willis ve Edward Norton gibi isimlerin yer alması bu riski azaltmaya yönelik bir hamle gibi yorumlanabilir. 

Filmin Konusu

Film, her şeyi arkalarında bırakıp birlikte kaçma planı yapan iki çocuğun hikayesini anlatıyor. 1960’lı yılların New England kıyılarındaki küçük bir adada geçen hikayede Sam ve Suzy adındaki iki asi çocuk birbirlerine aşık olur, ancak aşklarının farkında bile değillerdir. Gizlice mektuplaşarak bir kaçış planı yaparlar ve kendilerini doğa ile iç içe bir yolculukta bulurlar. 

Ancak kaçış planları tahmin ettikleri kadar mükemmel değildir. Sam, bir izci kampındaki çocuklardan biridir ve ailesi yoktur. Suzy ise ailesiyle sorunlu bir iletişime sahiptir. İki aşık ortadan kaybolunca kısa sürede arama çalışmaları başlar. İzcilerin öğretmeni Ward (Edward Norton) ile yerel polis şefi Sharp (Bruce Willis) ikilinin peşine düşer. 

Sam, izcilikte öğrendiği bazı şeylerle doğada hayatta kalmanın mücadelesini verirken aynı zamanda Suzy ile kadınların dünyasını yakından tanıma fırsatı bulur. İki aşık birlikte vakit geçirirken birçok şeyi keşfetmek için fırsat bulur. Hatta evlenmek için bile! 

Karakterlerin Dünyası

Filmde iki ayrı karakter evreni olduğunu söylemek mümkün: yetişkinler ve çocuklar. Anderson ve Coppola ikilisi senaryoyu o kadar güzel işlemişler ki aslında yetişkinlerin çocuk, çocukların da ne denli yetişkin olabileceklerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermişler. Sam ve Suzy karakterlerinin asi tavırları, aslında çocukluktan ergenliğe olan yolculuklarından kaynaklı değil; yetişkinlerin dünyasının gerçekten de anlaşılması güç dayatmalarına bir protesto niteliğinde. 

Wes Anderson, yönetmen koltuğunda da en az senaryodaki gibi başarılı bir sınav vermiş. Karakterlerin kendi iç dünyalarını komik ve eğlenceli detaylarla işlerken aynı zamanda masalsı bir anlatı yaratmayı başarmış. Bu sayede film boyunca karakterlerin ne hissettiklerini anlayabilmek mümkün hale gelmiş.

Sam karakteri; koruyucu bir aile tarafından büyütülen ve sosyal çevresi tarafından dışlanan bir çocuk olarak işlenmiş. Bu durum, Sam’in aslında kendi kendine yetebilme kabiliyetini geliştirmiş. Suzy karakteri; Sam’in aksine kendi ailesi tarafından büyütülen bir çocuk olarak ele alınmış. Fakat benzer problemlerin Suzy’nin yaşamında da söz konusu olduğu izleyiciye gösterilmiş. Her iki çocuk karakterin, birbirlerini anlamak ve birbirlerine güvenmek için geçerli sebepleri olduğu bu şekilde aktarılmış. Her iki çocuk karakter de çevresi tarafından dışlanarak görmezden gelinmiş.

Film, bu dışlanma durumuna bir isyan olarak izleyiciyi karakterlerin derinliklerini keşfetmeye davet için izcilik kültüne başvurmayı tercih etmiş. Öyle ki film boyunca birçok dramatik ya da gülünç sahnede izciliğin yansımalarını görmek mümkün. Hikayenin, Sam’in izci kampından kaçışı ile başlıyor olması zaten yönetmenin bu külte ne kadar sıkı sarıldığının bir göstergesi. Bu kültün bu kadar baskın olması elbetteki planlı bir tercih. Anderson’un renklerle ustaca oynaması ve görsel bir şölen sunmasına karşıt olarak izcilik monoton bir imgelem sunmakta. Üniforma, emir-komuta zinciri ve askeri nizam gibi ögeler filmin renkli havasından oldukça uzaktır. Bu uzaklık bir çatışma yaratır: asilik. 

Asilik, Sam ve Suzy’nin tıpkı Joseph Campbell’ın “kahramanın yolculuğu” çizelgesindeki gibi bir yolculuğa çıkmalarının zeminini hazırlar. Bu yolculukta Foucault’nun heterotopya söyleminin birçok örneğine başvurulur. Örneğin izcilerin Sam’i yakalamak için adaya çıkartma yapmaları ile Amerika Birleşik Devletleri’nin Vietnam’a yönelik askeri operasyonu arasında bir paralellik söz konusudur. Buradaki başarısızlığın gülünç olarak sunumunu yalnızca heterotopya yaratımı içerisinde değerlendirmek doğru değildir. Erk ve iktidar olanın baskı ve kontrol gücüne yönelik bir eleştiri ve tiye alma da vardır. 

Sosyal hizmetler memurunun temsili de aynı tiye almanın bir diğer örneği olarak gösterilebilir. Soğuk ve baskın memur karakteri, Sam’in hayatı üzerine söz söyleme yetkisini elinde bulunduran devlet aygıtının temsilidir. O da aynı şekilde izcilik kültünde olduğu gibi gülünç olarak lanse edilir. Filmdeki çatışmalar bununla da sınırlı değildir. Cinsiyet eşitsizliği ya da sınıfsal adaletsizlik gibi birçok eleştirel söylem karşımıza çıkar. Tüm bunlar, karakterlerin kendi çatışmaları üzerinden aktarılır. Örneğin Suzy’nin asiliği aynı zamanda bir feminenlik çatışmasını da gösterir. 

Feminenlik çatışması, kendi cinsiyetini tanıma ve benliğini inşa etme sürecini de beraberinde getirir. Sam ve Suzy birlikte vakit geçirirken birbirlerinin bedenlerini yakından tanıma ve bazı şeyleri keşfetme fırsatı bulurlar. Yönetmen, bu noktanın üzerinde diğer ideolojik aktarımlardan daha fazla durarak eleştirileri üzerine çekmiş 𑁋 ki ben de bu eleştirilere katılıyorum. 

Sinematografik Anlatı

Filmin renkli anlatım tarzı, yönetmenin alışılagelmiş renkli anlatı dünyasının bir yansıması olarak bizi karşılar. Film boyunca bu süslü anlatıya koro ve müzik eşlik etmektedir. Bu unsurların yer yer baskın oluşu, izleyiciyi hikaye içinde yönlendirme görevi de üstlenmekte. Hemen belirtmeliyim ki bunu aşırıya kaçan bir hilecilik olarak değerlendiriyorum. 

Görsel unsurlar filmin neredeyse teknik açıdan kusursuza yakın bir işçilikle çekildiğini ortaya koyuyor. Geniş açılarla yakın planlar arasındaki geçişin oldukça titiz olması, karakterlerin duygu durumunun başarılı bir şekilde perdeye yansıtılmasını sağlamış. Wes Anderson’un auteur çizgisinde gidip gelen tarzı bu filmde de bariz şekilde hissediliyor. Özellikle 60’lı yılların modasına hakim olmamakla birlikte kostümlerle sahnelerin renk uyumu her zamanki gibi övgüye layık bulduğumu da ilave etmeliyim.

Sonuç

Film, dramatik komedi alanında oldukça iddialı. Wes Anderson’un yarattığı asilik heterotopyası, yönetmenin hegemonik film tarzıyla adeta nakış gibi işlenmiş. Karakterlerin psikolojik derinliği oldukça başarılı aktarılmış. Bruce Willis ve Edward Norton, tecrübeleri ile çocuk oyuncuların arasında başarılı bir oyunculuk örneği sergilemiş. Filme dair yöneltilen eleştirilerin odak noktasının cinselliğin keşfi sahnelerinin pornografiye kayan anlatımı olduğunu hatırlatmakta fayda görüyorum. Film, bir bütün olarak izleyiciden bir şans hak ediyor ve çocukluğun masumiyetine eğlenceli bir tanıklığa davet ediyor.