Lacan’ın 1953-1954 yılları arasında gerçekleşen birinci semineriyle ve devamındaki seminerleriyle yapmaya çalıştığı, psikanalizle ilgilenen ve uygulayan çevreler için “psikanalitik araçlar” haline gelmiş olan psikanalitik kavramları yeniden gözden geçirmekti. Lacan öncesi ve onun çağdaşı olan çeşitli psikanalistler, Freud’un fikirlerini incelemiş, yorumlamış ve psikanaliz literatürüne yeni kavramlar kazandırmıştı. Bunlardan bazıları psikanaliz tarihi için önemli isimler haline gelmiştir. Lacan, birinci seminerinin başında psikanaliz tarihi için önemli bulduğu fakat Freud’u yorumlama biçimlerine tam olarak katılmadığı iki psikanalistin metinlerine eleştiri getirmiştir. Bunlardan biri Freud’un kızı olan Anna Freud’tur, günümüzde de “savunma mekanizmaları” öğretisiyle anılmaktadır. Bir diğeri ise Melenie Klein’dır, “nesne ilişkileri” kuramının öncüsü olarak görülmektedir. Lacan’ın eleştirisinin, temelde Anna Freud’un “ego” kavramını ele alış biçimine yönelik olduğu; Melenie Klein’ın da “nesne” kavramını psikanaliz pratiği içinde nasıl ele aldığına yönelik olduğu söylenebilir. Söz gelimi, kavram üretimi yani fikirleri bir nesneyle işaretlemek (aynı birinci seminerin sonunda aktarılanların bir hatırlatıcısı olması amacıyla Lacan’ın katılımcılara birer fil heykelciği hediye etmesi gibi) kelime üretimiyle, kelimelerin birbirine eklemlenmesiyle gerçekleşmektedir. İnsan zihni için kelimeler, aynı somut/ materyal eşyalar gibi nesne (object) işlevi görmektedir.
İşte bu nedenle Lacan hem Freud’un metinlerindeki hem de Freud sonrası psikanalistlerin metinlerindeki kavramlarla ilgilenir. Freud’tan sonra ortaya atılan kavramların Freud’un yazılarındakilerle örtüşüp örtüşmediğini incelemeye girişmiştir. Bunu kendine has metaforlarla, söz oyunlarıyla ve yer yer edebi diyebileceğimiz bir üslubla yapmıştır. Bunun nedeni, sözün, yani kelime alışverişini içeren bir etkinliğin nesnelerinin, materyal nesnelerin aksine; akışkan olmasından ileri gelmektedir. İnsan, bu akışkanlığı ancak soyutlamayla, metaforlarla ve sembollerle zaman zaman sabitleyebilmektedir.
Lacan, Freud sonrası kuramcıların metinlerinde bahsettikleri psikanalitik kavramların çelişki içinde kaldığını ve bu nedenle Freud’un aktarmak istediğinden uzaklaşıldığını düşünmüştür. Onun Freud’a dönüş hareketi böyle bir başlangıç noktasından da takip edilebilmektedir. Zira, Lacan, seminerlerinde filozoflara ve kavramlarına göndermeler yaparak Freud’un kavramlarını açıklamaktadır. Bu yolla Freud’un kavramlarının, düşünce tarihine yabancılaşmadan aktarılmasını amaçlamaktadır. Lacan, benzer yabancılaşmayı psikanalizle ilgilenen çevre içerisinde de gördüğünden Freud’a dönüş hareketine koyulmuştu. Bu durumdan birinci seminerde “yanlış-tanıma (meconnaissance)” olarak bahsetmektedir. Birinci seminerin ilk bölümünde Anna Freud’un Benlik ve Savunma Düzenekleri metnine atıfla şöyle söylemiştir: “Analitik diyalogda ‘benliğin dinamik işlevi’, titiz bir şekilde konumlandırılmamış olduğu için şimdiye kadar derin bir çelişki içerisinde kalmıştır ve tekniğin ilkelerinden söz açtığımız her defasında bu ortaya çıkar.”
Lacan, Freud’un metinlerinde yer alan kavramların bir tür tercümesi (interpretation) işine girişmişti. Bunu yer yer Freud’un yaptığı gibi kendi fikirleri için yeni kavramlar/ kelimeler üreterek/türeterek ve daha önce Freud tarafından ve Freud sonrası psikanalitik çevreler tarafından üretilmiş kavramları inceleyerek yapmıştır.
Aslen, psikanaliz, Freud’un 1900’de yayımlanan; psikanalitik ilk metin diyebileceğimiz, “Rüyaların Yorumu” olarak Türkçe’ye çevrilen “Die Traumdeutung”da ileri sürüldüğü gibi bir tür tercüme/yorumlama işidir. “Traumdeutung” kelimesi, “traum” rüya ve “deutung” tercüme etmek, yorumlamak şeklinde karşılanmaktadır. Bu noktada ilgi çekici olan “deutung” kelimesinin etimolojik kökeni “diutisc”, Almanca dilini konuşan bir topluluğu ifade eden bir kelime kökenine sahiptir. Dolayısıyla, rüyaların dilselleştirilmesi gibi bir karşılığı da akla getirmektedir. Bu da, Lacan’ın sonraları simgesel düzen dediği bilinçdışının, psikanaliz tekniği aracılığıyla söze, yani sembolik olana doğru ilerletilmesi çalışmasının ta kendisidir.
Freud gerçekten ne yapıyordu?
Bir doğa bilimi, söz gelimi fizik, inceleyeceği nesneyi dışsal doğada bulurken; psikanaliz inceleyeceği nesneyi sözde (parole), diğer bir deyişle öznenin söyleminde bulur. Çünkü söz dışsal doğada öylece bulunmadığından sözü aktaracak (transfert) konuşan bir varlığa yani özneye ihtiyacı vardır. Ama özne derken neyi kastediyoruz? Egoyu mu benliği mi? Lacan birinci seminerde şöyle sorar: “Söylemin öznesi hangisidir?”
Freud’un hipnoz tekniğini terkederek hastayla diyalog biçiminde bir pratiğe yönelmesi, konuşan varlığa özneleşebileceği yeni bir alan açmıştır. Bu alan, öznenin hakikatinin alanıdır. Dolayısıyla, ortak bilimsel yöntemin nesnel hatta nesneleştiren araştırmasına tümden indirgenemez. Hipnozun hastaya hatırlayıp yeniden yaşamasını telkin eden yönteminden, özneyle diyaloğa doğru geçen Freud’un, insan ruhsallığını id, ego ve superego gibi üç merciye ayırması tesadüf değildir. Bir psikanaliz seansında bunlardan hangisi konuşmaktadır?
Psikanalitik durumu fenomenolojik anlamda ayrı bir yapı olarak gören Lacan, bir terapist ya da analiste konuşan bireyi, öznelliğin bir tür yapısı olarak düşünmektedir. O nedenle modern öğretilerin, tıp bilimi gibi, somut deneyimlere temel bulma çabalarının aksine, psikanalitik deneyimin yalnızca analiz edilen ve analiz edenden oluşmadığını ifade etmiştir. Anna Freud’un da temellendirmeye giriştiği şekilde, analiz edilen ve analiz eden arasında hipotetik bir bağ düşünmek ve bunu incelemek Freud’un ortaya koyduğu psikanaliz tekniği ve teorisinin dışına çıkmaktadır. Söz gelimi, bir tür ilişkisel prototip olarak, analiz edilenin anne-kız yaşantısını, analiz edene aktarmasıyla psikanalitik deneyim içerisinde yeniden yaşantılamasını egonun işlevini kavrama biçimi olarak psikanalitik deneyimin çekirdeğine koymak; öznenin tarihinin yeniden inşasını içeren bir çalışma olmayacaktır. Lacan henüz birinci seminerinin başında “ego; ben, kendim, biz diyen, başkalarından söz eden farklı düzlemlerde kendini ifade eder” ve “sen bir sinyal değil, başkasına bir göndermedir. O, düzen (ordre) ve sevgidir” demiştir. Bu, analitik yapıda analiz edilen ve edene üçüncü bir varlık olarak öznenin söyleminin, psikanalitik yapıda yer aldığına bir işarettir. Dolayısıyla ego işlevi, yani analiste/terapiste yönelik aktarımla (transference) yeniden yaşantılanan, Lacan’ın imgesel düzen adını verdiği alanda olup bitmektedir. Psikanalitik yeniden inşa, analiz edenin çalışmayı sembolik düzende (register) ilerletmesiyle gerçekleşebilecektir.
Freud sonrası psikanalistlerde ve Freud’dan başka yerlerde de karşılaştığımız gibi öznenin, içine doğduğu çevreyi düşlemsel kavrayışını, gerçek olanla denge haline getirmek yönünde girişimler olmuştur. Lacan’a göre egoyu kavrama girişimi psikanalist için bir tür tökezleme, sakar eylem, dil sürçmesidir. Bu nedenle birinci seminerin temel sorularından biri de şudur: Anna Freud, benliği, savunma mekanizmalarıyla yapısallaştırdığında özne için gerçeğin ölçütünü verenin analistin egosu olup olmadığını nasıl bileceğiz?
Yukarıda psikanalitik literatür içerisinde günümüzde de birbiri yerine kullanılan üç kavramı (ego, benlik, özne) Lacan’ın birinci semineri bağlamında aktarmaya çalıştım. Lacan, Freud’a dönüş hareketiyle, bu bahsi geçen üç kavram gibi psikanaliz çevresi içinde muğlak olan ve sıklıkla Freud’un metinlerinde dahi birbirleri yerine kullanılan kavramları yine Freud’un teorileri ve tekniğine sadık kalarak aktarmayı amaçlamıştır. Düşünceme göre, birinci seminerde doğrudan psikanaliz ve psikanalizin felsefi arka planı için oldukça önemli üç kavramın karmaşasıyla karşılaşırız. Zira, Freud’dan hemen sonra Anna Freud’un kavramsallaştırmasında Freud’dan yadigar “ego” kavramının muğlaklığı hortlamıştır. Ve böylelikle Freud’a geri dönmek adına oldukça verimli bir eleştirel okuma için gün doğmuştur. İşte Lacan tam da buradan 21. YY özneleri, bizler için psikanalizi yeniden okumayı elverişli hale getirmiştir. Şöyle söylemiştir: “Freud’un düşüncesi her zaman revizyona en açık düşüncedir. (…) Her kavramın kendine ait bir yaşamı vardır. Diyalektik dediğimiz şey tam da budur.”