The Man From Earth, Türkçe adıyla “Dünyalı” filmi, Jerome Bixby’nin ölmeden önce yazdığı son eseridir. Ölümünün ardından hikâyeyi oğlu tamamlamış ve filmin yönetmen koltuğuna Richard Schenkman oturmuştur. Yapımın çok düşük bütçeyle gerçekleştirilmesi ve ilk kez Comic-Con Film Festivalinde yayınlanmasının ardından yapımcılarının ve yönetmeninin filmin korsan sitelerde yayınlanmasına karşı teşvik edici olması özellikle dikkat çekmiştir. Bilinen bilim kurgu türündeki filmlerden farklı bir yapıya sahip olmasıyla izleyicilerin yoğun ilgi ve merakını kazanmıştır.
Olağandışı Bir Yaşam Öyküsü
Hikaye, John Oldman’ın akademisyenlik yaptığı çevreden taşınmak adına eşyalarını toplarken, diğer akademisyen arkadaşlarının sürpriz bir veda amacıyla evine toplanmasıyla başlar. İyi bir akademik kariyere sahip olmasına rağmen arkadaşları John’un taşınıyor olmasını bir türlü anlamlandıramazlar. John Oldman’ın inanması güç hayat hikayesinin ortaya çıkışı da arkadaşlarının bu sorularıyla başlar.
Başlarda bir bilim kurgu öyküsü anlatıyor edasıyla konuya giren John, otuz beş yaşına geldikten sora fiziksel olarak yaşlanmasının durmasıyla on dört bin yıldır yaşayan, paleolitik dönemde doğmuş olan ve her on yılda bir insanların hiç yaşlanmadığını fark etmemesi için yaşadığı yeri değiştiren bir adam olduğunu ifade eder. İlk etapta ona inanmayıp konuyu şakaya vuran arkadaşları John’un hikayesine bir “düşünce oyunu” olarak katılmaya karar verirler. Farklı uzmanlık alanlarına sahip olan bu arkadaş grubu konuyu çeşitli açılardan tüm mantıksal boyutlarıyla ele almaya başlar.
Karakterlerin Çözümlenmesi
Grubun tartışması büyük oranda karakterlerin özelliklerine ve düşünce yapılarına göre şekillenir. Filmde yer alan tüm karakterler farklı bir bakış açsının yanı sıra John’un anlattığı duruma toplum içerisinden gelebilecek çeşitli tepkilerin örneğini taşır. Örneğin, arkeolog olan Art, orta yaşlarının sonlarında bir adam olarak ilk sahneden itibaren yaşından beklenenin dışında davranış ve özellikler gösterir. Motor kullanan ve kendisinden çok daha genç olan öğrencisi Linda ile birlikteliği olan Art, belirgin bir şekilde orta yaş sendromu içerisindedir. “Hep sağlıklı kalmak ve yaşlanmamak” şartıyla on dört bin yıl yaşamayı isteyebileceği yönündeki sözleri de bunu desteklemektedir. Asla sahip olamayacağı en büyük arzusuna John’un sahip olduğunu görmek onu bu hikâyeye inanmaktan alıkoyar. Fakat filmin sonlarına doğru inanmakla inanmamak arasında bir çizgide kalır. Bununla birlikte genç sevgilisi Linda’nın, on dört bin yıl yaşama fikrine “sınırsız bir öğrenme fırsatı” olarak bakması ve hikâyeye inanmaya daha meyilli olması, bireylerin içinde bulundukları yaşam koşullarına karşılık yorumlama biçimlerindeki farklılığı gösterir.
Dan ve Harry grup içerisinde John’un hikâyesine en merakla ve istekle yaklaşanlardır. Bunun sebebi Dan’in diğerlerine karşılık insani güdülerinin bir kısmını daha fazla dengede tutabilen ve salt bilgiye ilgi duyan bir karakter çizmesiyken Harry’nin de film boyunca eğlence ve heyecana karşı duyduğu yoğun istektir. Neredeyse, bu iki karakterin hikâyenin devamını dinlemek için duydukları merak dolu ihtiyaç sayesinde sohbetin devamlılığı sağlanır ve her daim konunun içeriğini bir adım öne taşıyan karakterler de onlar olacaktır. Tabi, Will karakteri dahil olana kadar.
Will bir psikiyatrist olarak John’un hikâyesini saygıyla ve bu durumun onda yaşattığı ruhsal/psikolojik etkilere odaklanarak dinler. Fakat ardı arkası kesilmeyen sorularının ardından John’a karşı öfkesi kabarmaya başlar ve sonradan içinde aslında hiç mermi bulunmadığını öğrendiğimiz bir silahı John’a doğrultur. Onu öldürmekle tehdit ederek duygularını yansıtır ve onu yine psikolojik olarak sınar. Fakat silahı indirdikten sonra evden çıkar. Odadakiler Will’in bu tepkisini anlamlandıramazken bir önceki gün eşini pankreas kanseri sebebiyle kaybettiğini öğrenirler. Will’in tam da ölümü ve hayatı yoğun bir şekilde sorguladığı bu dönemde, karşısına ölümsüz olduğunu iddia ederek çıkan John’a karşı duyduğu öfkenin sebebi de bu şekilde ortaya çıkmış olur. John’a sorduğu soruların arasında özellikle “Hiç ciddi hastalıklar geçirdin mi?” veya “Kaybettiğin tüm insanlara bakınca onlar yerine ölen ben olmalıydım diye hiç düşündün mü?” gibi ifadelerin yer alması, Will’in karısının ölümünü kabullenemeyişini gösterir. Will, tekrardan John’un evine gelip sohbete dahil olur.
Sandy, John’a karşı yoğun bir ilgi duymaktadır. Bu ilgiyi John’la da paylaşır fakat birlikte olamamaları için sebep ortadadır. Sandy bu ilgisinin de etkisiyle John’un tüm hikâyesini sessizce dinlemek, ona sert karşılık verenleri azarlamak dışında sohbete pek dahil olmaz. Bütün akşam boyunca John’u bir hayranlıkla dinlemeye devam eder. Fakat John’la yaptığı birebir bir konuşma, sessizliğinin tek sebebinin ona duyduğu ilgi olmadığını gösterir. Bu konuşmada Sandy; sonsuzluğun John’a has olmadığını, hepimizin hayatının ne kadar kısa veya uzun olacağı konusundaki belirsizliğin de bir çeşit sonsuzluk olduğunu dile getirir. Buna ek olarak küçüklüğünden beri yaşadığı ailevi sorunlar onu soğukkanlı ve herkesin garipsediği durumları normal karşılayabilen birisi olmaya itmiştir. Bu nedenle John’un hikâyesi diğerlerinin aksine onu bu kadar şaşırtmamıştır.
Edith, orta yaş üstü sayılabilecek ve dini değerlerine bağlı bir kadındır. John’u bir evlat sevgisi gibi kuşatır fakat hikâyesini dinlemeye başladığından beri ona inanmaz. Özellikle “Tanrı senin neden böyle olmanı istesin ki?” sorusunun ardından sohbet en can alıcı noktaya gelir. Agnostik bir inanç profili çizen John’un, İsa’nın kendisi olduğunu iddia etmesiyle Edith, kendini öfkelenmekten alıkoyamaz ve inancının arkasında durmak için büyük bir çaba sarf eder. Onu saygısızlıkla suçlar ve kendinden emin bir şekilde tipik inanış argümanlarını ortaya atar. Fakat John’un anlattıklarına karşılık hiçbir tutarlı argüman ortaya koyamaz ve inancının yıkılışını yoğun bir üzüntü ve şaşkınlıkla hazmetmeye çalışır. Buna rağmen John’un söylediklerini şiddetle reddetmeye devam eder ve “Sen İsa Değildin!” diye ona çıkışarak kendi içindeki hesaplaşmayı susturmaya çalışır. Fakat sohbetin sonunda kendini teslim ederek ağlamaya başlar.
Bilinen Tarihin Yıkılışı
“Tanrıya adanmışlık; derslerin insanlara getirdiği bir lütuf değil, insanların derslere getirdiği bir yanlıştır.”
Filmi herhangi bir bilim kurgu hikâyesi olmaktan kurtaran bölüm, John’un İsa olduğunu iddia etmesiyle başlar. John’un anlattıklarına göre İsa aslında hiçbir zaman bildiğimiz gibi değildir.
John yaşamının bir bölümünde Buda ile tanışır. Buda’dan aldığı öğretilerden çok etkilenir ve zaman geçtikçe ondan öğrendiklerini modernize ederek insanlara aktarmak ister. Aslında tek amacı insanlığın iyiliğini ortaya çıkartmaktır. Çarmıha gerildiğinde artık vücudunu kontrol etmeyi öğrenen John, vücudunu ölmüş gibi gösterir ve bu sayede kaçarak ölümden kurtulur. Fakat insanlar zamanla tarihe süslemeler yaparlar ve yeniden dirilebilen Mesih olarak bilinmeye başlanır.
Yazar filmin muhtemel amacını bu noktadan sonra izleyiciye sunmaya başlar. İsa’nın kutsallığına ve Tanrı’nın oğlu olduğuna dair kesinliğini meçhul gördüğü tüm inanışları bir bir çürütür. Bunu yaparken etimoloji biliminden ve din mitlerinden yararlanır. Dinlerde anlatılan hikâyelerin aslında daha önceki birçok insan üretimi inançların veya mitlerin değiştirilmiş hali olduğunu vurgular. “Efsanevi örtü o kadar kalın ve iyi değil ki… Gerçek aslında çok basit.” sözleriyle, insanların “din” inanç sisteminden asıl almaları gereken mesajı almak yerine sonradan ortaya atılan hikâyelerle onu süslediklerini anlatmaya çalışır. John’un amacı aslında hiçbir zaman insanların kabul ettikleri olmamıştır. Edith derin bir üzüntüyle, “Sence din bundan mı ibaret? İnsanlara umut ve hayatta kalma yolları satmak?” diye sorar. John ise “Eski ahit korku ve suçluluk satar, yeni ahit ise benden daha zeki olan şair ve filozofların yazdığı ahlak kanunnamesidir. Mesaj hiç anlaşılmadı. Peri masalları kiliseleri kurdu.” cevabını vererek insanlığın hataya düştüğünü ifade eder.
Bu açıklamalardan sonra odadaki herkes artık karşıt argüman üretmeyi bırakır ve kendilerini John’un hikâyesine inanarak dinlerken bulurlar. Fakat Will bu duruma daha fazla katlanamaz ve John’a anlattığı her şeyin bir kurgu olduğunu itiraf etmesi için baskı yapar. John bu işi daha fazla sürdürmek istemez ve her şeyin uydurma bir hikâye olduğunu söyler. Başlarda kesin bir şekilde hikâyeyi inkâr eden herkes bu kez anlatılanların gerçek olmayışına sinirlenmeye ve üzülmeye başlarlar. Neden böyle bir şey yaptığı konusunda ona çıkışırlar. John ise onların kendisinden bunu yapmasını istediğini söyler.
Filmin ilk sahnelerinde bütün karakterler odaya girdiği andan itibaren çeşitli objelerle ilişki kurarak John’un dikkatini çekmiştir. Edith’in gözüne Van Gogh’un orijinal tablosu olduğunu düşündüğü bir tablo çarpar. John’a bu tablonun çok değerli olabileceğini söyler. Fakat John onu geçiştirir. Salona girdiklerindeyse duvarda asılı olan, çok eski türde bir yapıya sahip ok ve yay dikkatlerini çeker. John arada avlanmaya çıktığını söyleyerek konuyu yine bir şekilde geçiştirir. Art ona ilk insanlarla olan benzerliklerimizi konu alan ve kendi yazdığı bir kitabı hediye eder. Son olarak Dan kolilerden birinde bulduğu yontulmuş bir taşı eline alır ve bunun Paleolitik dönemin sonlarına ait bir keski olduğunu söyler. Fakat John onu bit pazarından aldığını söyler.
Bu objelere John’un hikâyesi de göz önüne alınarak bakıldığında, başlangıçta bunların yaşadığı on dört bin yıllık yaşamından sakladığı eşyalar olduğu düşünülebilir. Fakat John’un eşyalara dair söylediği sözler bunun doğru olmadığını gösterir. Dan, ona neden geçmişinden kalan eşyaların olmadığını ve kolide bulduğu yontulmuş taşın gerçekten bit pazarından mı olduğunu sorduğunda, John onu, kalem örneğini vererek “Bu şeyin zamanında yaşarken onu saklama gereği duyar mıydın? Ne zaman kullanılmaya başladığını bile bilmiyorsun. Neden saklayasın? Sadece zamanla ortadan kaybolacaktır.” cevaplar. Bu ifadesi ve gittiği her evde şömineye sahip olduğunu söylemesi John’un aslında bu objelere yalnızca “evde ve güvende” hissetmek için sahip olduğunu anlatır.
Fakat yine de arkadaşlarının bu eşyalara verdiği tüm tepkiler ve Art’ın hediye ettiği kitap John’un hikâyesini anlatmak için ihtiyaç duyduğu zemini oluşturmuştur. Bütün anlattıklarının “uydurma” olduğunu da bu argümana sığınarak ifade eder. Herkes hikâyenin gerçek olmadığı konusunda rahatlamış gibi gözükse de hepsi aslında John’a içten içe inandığını son sahneler ile belli eder. Linda, John’un soyadı olan “Oldman” kelimesinin ironikliğine atıfta bulunur, Edith inançlarının yıkılmamasının rahatlığını yaşamasına rağmen John’a son kez sarılmasının ardından gözlerinde sevgi dolu bir arayışla İsa’yla vedalaşıyormuş gibi yüzünü sıvazlar. Harry yine şakaya vurur fakat gözleri her zamankinden çok daha ciddi bir şaşkınlıkla bakar, Dan’in gözlerinden birkaç damla yaş süzülür ve gerçekliğe bu kadar yakınken ondan tekrar uzaklaşmanın hüznünü yaşar. Art yalnızca büyük bir öfkeyle orayı terk etmiştir ve Sandy en başından beri olduğu gibi John’a inanmaya devam eder. Fakat Will, tam evden çıkacağı sırada hiç duymaması gereken bir şey duyar. John, Sandy’e hayatı boyunca kullandığı isimleri sayarken Will yıllardır görmediği babasının ismini duyar. John’un gerçekten babası olduğuna inanamaz ve birbirlerine sarılmalarının ardından kalp krizi geçirerek hayata veda eder.
John’un bir sonraki yolculuğuna çıkmasıyla sonlanan, gerçekliklerle yüzleşmenin ağırlığını ve aslında gerçekliğin ne kadar basit olduğunu bizlere anlatmaya çalışan bu film, bizleri sahip olduğumuz tüm bilgileri sorgulamaya iter. Tıpkı John’un tüm arkadaşları gibi, izleyerek dahil olduğumuz bu sohbetin sonunda artık hiçbirimizin hayata eskisi gibi bakamayacağını da anlamış oluruz. Gerçek hayatımızda bize tüm gerçekliği anlatacak bir John Oldman olmasa da artık bu gerçekliğin peşine düşeceğimiz yolun kapısı açılmıştır.