2024’ün en çok konuşulan filmlerinden birinin The Substance olduğunu söylemek mümkün. Başrollerini Demi Moore ve Margaret Qualley’nin paylaştığı filmin yönetmen koltuğunda Coralie Fargeat oturuyor. Cannes Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü kazanan ve body horror türüne feminist bir katkı sağlayan filmde; benlik, beden algısı ve güzellik standartlarının günümüz bakış açısıyla yeniden yorumlanarak bir kadının gençleşme uğruna nelerden vazgeçebileceği gözler önüne seriliyor.
*Bu yazı filmi izlemeyenler için bazı sürprizleri bozabilir.
Filmin Konusu
Film, Oscar ödüllü Hollywood yıldızı Elisabeth Sparkle’ın kariyerinin yıllar içinde unutulmaya yüz tutmasını ve bir televizyon kanalında aerobik programı sunmaya başlamasını konu alır. Elisabeth, ellinci doğum gününde “yeterince genç olmadığı” gerekçesiyle şovundan kovulur. Aynı gün geçirdiği bir araba kazası, onu gizemli bir maddeyle, “cevherle,” tanışmaya iter.
Elisabeth, izlediği gizemli bir videoda cevheri kullanan kişinin daha iyi bir versiyonuna dönüşeceğini öğrenir. Ancak bunun bir bedeli vardır: Cevheri enjekte eden kişi, hayatını 7 günlük döngüler halinde yaşayacaktır. Bilinci, bir hafta boyunca yeni bedeninde, bir hafta boyunca eski bedeninde olacaktır. Her döngüde bilinci bu iki beden arasında yer değiştirir. Ancak unutmaması gereken tek bir şey vardır: Her iki beden de kendisidir. Kaybettiği gençliği ve şöhreti geri kazanma arzusu, Elisabeth’i bu tehlikeli adımı atmaya zorlar. Cevheri kullanarak kendi sırtından, adeta yeni bir benlik “doğurur.” Aynaya baktığında ise artık Elisabeth değil, Sue vardır.
İlk döngü sorunsuz geçer. Sue, aerobik şovunda boşalan koltuğu kapar ve 7 günlük süresi dolduğunda bilinci yeniden Elisabeth’in bedenine aktarılır. Elisabeth ise çaresizce Sue’nun bedenine geri dönmeyi bekler. Ancak kısa sürede bu birlikteliğin gerilim dolu bir kopuşa dönüşmesine tanık oluruz.
Sue, Elisabeth’in yalnızca televizyon izlemesinden ve yemek yaparken ardında bıraktığı dağınıklıktan şikayet etmeye başlar. Ancak unuttuğu şey, o kadının aslında kendisi olduğudur. Kendi benliğine duyduğu saygıyı yitirdikçe iki beden arasındaki çatışma giderek derinleşir. Sue’nun döngülere saygı göstermemesi ve kendi bedeninde yedi günden fazla vakit geçirmesi, Elisabeth’in bedeninin hızla yaşlanmasına neden olur. Bu durum, her döngünün ikili arasında bir benlik savaşına dönüşmesine yol açacaktır.
Modern Bir Faust Hikayesi
Goethe’nin klasiklerinden Faust, insan arzularının sınır tanımazlığını ve bu arzuların yıkıcı sonuçlarını simgeleyen evrensel bir hikayedir. Doktor Faust, sınırsız bilgi ve zevke ulaşma tutkusuyla ruhunu şeytan Mephistopheles’e satar. Ancak bu şeytani anlaşma ona aradığı tatmini getirmez. Hırsları ve doyumsuzluğu Faust’un trajik sona doğru sürüklenmesine neden olur. Bu hikaye ise insanın kendi arzularını kontrol edemediğinde ne gibi bedeller ödeyebileceğini etkileyici bir şekilde gözler önüne sermektedir.
The Substance’de, Elisabeth benzer bir ahlaki ve manevi ikilemle karşı karşıya kalır. Bu ikilem sonucunda ise toplumun güzellik ve gençlik standartlarını karşılamak için kendini feda eder. Tıpkı Faust gibi anlaşmanın cazibesine kapılır. Bir iksir yardımıyla gençliğini geri kazanmayı seçen Elisabeth, bu kararın bedelini ruhunu ve kimliğini kaybederek öder. Faust’un Mephistopheles’le yaptığı anlaşma, bilgi ve güç arayışında insanoğlunun ne kadar ileri gidebileceğini sorgulatırken, Elisabeth’in hikayesi modern toplumun güzellik ve gençlik arzusuyla ne kadar derin bir trajediye sürüklendiğini gösterir. Elisabeth’in kimliği, gençliğini geri kazandıkça daha fazla yok olur ve bu dönüşüm aynı zamanda onun ahlaki çöküşünü simgelemektedir. Toplumun yarattığı standartları karşılamanın bedeli, sadece fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal bir çöküştür.
Her iki hikaye de insanın kendi arzularını sorgulamasını sağlar. Faust bilgi ve güç için her şeyini feda ederken, Elisabeth gençlik ve güzellik için benliğini kaybeder. Sonuç, her iki karakter için de pişmanlık ve trajedidir. Hem klasik hem de modern dünyaya dair bu içsel çatışmalar insanın benlik, ahlak ve özgürlük gibi temel kavramlarla olan ilişkisini yeniden düşünmeye davet etmektedir.
Kendini Doğurmak
Sue, Elisabeth’in sırtından ayrılırken geride kocaman bir yara bırakır. Bu ayrılık doğum sırasında annesinden ayrılan bir bebeğe benzetilebilir. Sue, Elisabeth’in bir parçasıdır ama ondan bağımsız bir varlık haline gelir. Bu metafor, filmdeki dönüşüm ve yeniden doğuş temalarının bir yansımasıdır. Elisabeth, Sue’yu yaratırken aslında kendisinin daha iyi bir versiyonunu ortaya çıkarmayı arzulamış fakat bu süreç onun hem fiziksel hem de duygusal olarak yıpranmasına yol açmıştır.
“Sana ihtiyacım var çünkü kendimden nefret ediyorum. Sevilmeyi hak eden tek yanım sensin. Geri dönmen lazım.”
Bu sahneye bir doğum metaforu çerçevesinde bakıldığında, annelik ve yaratım süreci hakkında güçlü bir mesaj verildiği görülebilir. Anneler, çocuklarını büyütürken onların kendi eksikliklerini aşan bir versiyon olmasını hayal ederler. Elisabeth de Sue’yu yaratırken aslında kendi geçmişinden ve kusurlarından kaçmak istemiş, bu yaratım süreciyle kendini yeniden tanımlamayı ummuştur. Ancak, Sue’nun bağımsız bir varlık olarak ortaya çıkması ve Elisabeth’ten kopması, bu yaratımın ne kadar sancılı ve yıkıcı olabileceğini gözler önüne sermektedir.
Elisabeth’in Sue’yu yaratması, güzellik ve gençlik ideallerine olan saplantısıyla kendisini yeniden inşa etme çabasıdır.Elisabeth’in Sue’yu yaratma süreci ve ardından yaşadığı yıkım, bireyin toplumsal güzellik normlarına uyum sağlama baskısı altında yaşadığı yabancılaşmayı göstermesi açısından önemlidir. Modern toplum, kadın bedenini sürekli bir mükemmellik arayışına sürükleyen ideallerle şekillendirir. Elisabeth’in kendini yeniden yaratma çabası, bireyin toplumsal beklentilere uymak için kimliğini feda edişinin bir yansımasıdır. Bu süreç bireyin hem kendi benliğiyle hem de toplumla çatışmasına neden olur. Böylece döngüsel bir kimlik çatışması ortaya çıkar.
Suça Biz de Ortağız
Toplumun kadına bakışı, fiziksel görünüş ve güzellik standartları üzerinden şekillenen bir sistemle kadının kimliğini ve değerini tanımlar. Kadının bireysel varlığı yerine estetik bir obje olarak ele alınması, onun benlik algısını derinden etkiler. Filmde Elisabeth’in fiziksel dönüşümü bu baskının çarpıcı bir örneğidir. Güzellik adına verdiği mücadele, bedensel ve ruhsal kayıplarla sonuçlanırken güzellik endüstrisinin kadınları nasıl bir sömürü ağına çektiğini açıkça ortaya koyar.
Coralie Fargeat’ın yönetimindeki film, erkek bakışını eleştirirken izleyiciyi bu bakışa ortak eden sahnelerle dikkat çeker. Özellikle Sue’nun televizyon şovundaki temsili, kadın bedeninin nesneleştirilmesini rahatsız edici bir şekilde gözler önüne serer. Kamera açıları ve çıplaklık betimlemeleriyle izleyiciyi suç ortaklığına sürükleyen bu tarz, kadınların toplumsal normlara uyum sağlama baskısını güçlü bir şekilde hissettirir.
Sonuç olarak film kadınların yaşlanma süreciyle birlikte toplumsal değer kaybına uğradığını vurgular. Erkekler yaşlandıkça olgunlaşan bireyler olarak kabul edilirken, kadınlar yaşlanmayla birlikte dışlanır ve kimliklerini yitirir. Sue’nun Elisabeth’ten uzaklaşması ve onu değersizleştirmesi yaşlılıkla birlikte gelen toplumsal baskının bir yansımasıdır. Film kadınlık ve yaşlanma temalarını eleştirerek, bu baskıcı düzenin sonuçlarına dikkat çeker.